Çemberin Dik Açıları
En büyüğü altı yedi yaşında olan bir grup çocuğun az ötesinde durmuş onları seyrediyordu. Her şey olağan seyrindeydi. Oynuyorlardı işte çocuklar. Fakat sonra bir sessizlik oldu ve sessizliğin içinde bir trenin ritmi gibi hızlı atan nabzını duydum onun. Bir kadın, örgüsünü bırakmış onu izliyordu. Bir annenin bedeni yay gibi gerilmişti. Bir baba ayağa kalkmış, uzun bacakları ve iri gövdesiyle oyun alanına dalmaya hazırlanmıştı. Oysa bir olay yoktu. Tekrar ona baktım. Oyun alanının dışından öteki çocukları seyrediyordu. Nabzını duyabiliyordum. Diğer çocuklarınkinden hızlıydı.
Bedeni kavruk, bakışları ise değişikti. Yaşını tahmin etmek zordu. Benim için bile. Yedi yaşında da olabilirdi, üç yaşında da. İki kulağında da işitme cihazı vardı.
Oyun çocukları, onun parka adım attığını görür görmez çemberlerini daralttılar. Kız şimdi oyun alanının içinde ama yine de dışındaydı. Sonra annesinin sesini duyduk: “Melis, hadi güzelim, katılsana arkadaşlara…”
Bu cümle, Melis’i harekete geçirmeye yetmedi ama ailelerin ve çocukların üzerindeki tedirginlik dalgası yükseldi. Oyun alanında cüceler ülkesine dalmış Gülliver gibi duran baba, gözlerini dikmiş Melis’e bakıyordu. Sonra anneye çevirdi bakışlarını. İnsana pek güven vermeyen bir kibarlıkla, “tabii gelsin” gibi bir şeyler geveledi.
Melis bir adım attı çocuklara doğru, fakat durdu. Çocuklara değil, babaya dönüp bir şey söyledi. Söylediği anlaşılmamıştı. Adam boş boş baktı Melis’e. Tekrar anneye çevirdi bakışını. Anne sakindi, kaygılı değildi. Adamın yanıt arayan bakışlarını görmezden geldi. Melis anlaşılmayan cümlesini tekrarladı. Adam yine anlamadı. Hayır, başka bir dilde konuşmuyordu çocuk. Baba herkesin duyabileceği bir biçimde seslendi anneye: “Konuşamıyor herhalde, kaç yaşında?” Melis işte şimdi anlaşılır ve net bir cümle kurdu: “Melis konuşuyor. Melis yedi yaşında.” Fakat baba bunu da anlamadı. Belki de duymak istemedi. O sırada karısı olduğunu tahmin ettiğim bir yetişkin daha daldı oyun alanına. “Ne oldu hayatım, bir sorun mu var?”
Baba “Yok yok,” derken Melis’i işaret etti çenesiyle ve dişlerinin arasından, “otistik herhalde,” dedi. Melis bunu duydu ya da duymadı bilmiyorum, çocuklarsa oyunlarıyla ilgileniyordu. Önce annesine sonra çocuklara baktı Melis. Annesi, eliyle poposundan ittirirmiş gibi “hadi” dedi kızına. Melis’in yüzü dalgalandı. Ağlayacak mı? O an, tam da o an atladım nabzına.
Artık yalnız olmadığını hissettiği için mi bilmem, bu kez daha kararlı bir adım attı çembere doğru. Şimdi çemberin yanındaydık. Çembere yaklaştıkça nabzı hızlanıyordu. Avuç içleri, saç dipleri sırılsıklamdı. Vücudu kasılmıştı. Çemberdekiler kumdan kale yapıyorlardı. Çemberin içi renk renk kova ve kürekle doluydu. Melis’in elinde kova da kürek de yoktu. Döndü, annesine baktı. Annesinin yüzündeki cesaret verici gülümsemeye.
Gülliver çiftinin nefesini ensemizde hissediyorduk. Acaba Melis’i daha önceden tanıyorlar mıydı? Bu tedirginlikleri önceki bir tatsızlığa mı dayanıyordu? Fakat, Melis saldırgan bir çocuğa da benzemiyordu.
Melis’in ağzından anlaşılmaz bir cümle daha döküldü. Çemberdekiler başlarını kaldırıp dışarıdakine baktılar. Sonra bir şey söylemeden içeri döndüler. Şimdi Melis nefesini tutuyordu. O anlaşılmaz cümle bir kere daha döküldü dudaklarından. Çocuklar bu kez birbirlerine bakıp gülüştüler.
Anne Gülliver, “Hadi Mert eve gidelim artık,” dedi.
“Ama yeni geldik yaa…” dedi Mert.
Adam kolunu tuttup karısının kulağına fısıldadı: “Niye biz gidiyormuşuz, biz kalıyoruz.”
Banklara yayılmış anne babalar onlardan tarafa gözlerini dikmişlerdi bile. Cümlesi anlaşılmayan Melis ani bir kararla geri döndü ve annesine doğru koşmaya başladı. Pes mi ediyorduk yani? Biz mi gidiyorduk?
Annesinin yanına vardığımızda, Melis sırt çantasında bir şeyler aramaya koyuldu. Bulamadıkça nabzı yükseliyordu. “Ne oldu Melisciğim, ne arıyorsun?” dedi yumuşacık bir ses tonuyla annesi. Melis sadece annesinin anladığı bir şeyler söyledi yine. Annesi, “Dur canım, çantanın dibine düşmüş olmalı,” dedi. Melis ellerini çırptı. Anne çantanın dibinden bir mücevher çıkarır gibi çıkardı Melis’in istediğini. Bir bebekti bu. Sıradan bir bebek değil de, şu süper kahramanlardan biriydi.
Melis oyuncağı kaptı, oyun alanına geri koştuk. Melis’in geri dönmeyeceğini zanneden Gülliverler banklarına yerleşmişti bile. Çemberin yakınına gelince durduk. Melis nefesinin yatışmasını bekliyor gibiydi. Elindeki oyuncağı yavaşça yere, çemberin yakınına bırakıp geri çekildi. Oyun alanında bir taşın üzerine oturup beklemeye koyulduk. Melis gözünü onlardan ayırmıyor, ama dikkatlerini çekmek için de bir çaba sarfetmiyordu.
İşte sonunda, çocuklardan biri Melis’in bıraktığı bebeği fark etti. Onu eline aldı, incelemeye başladı. Başını kaldırıp sahibini aradı. Melis’le göz göze geldiler. Çocuk yavaşça yanımıza geldi. “Oynayabilir miyim?” dedi. Melis başıyla onayladı. Konuşmak yerine oynayarak gösterdi oyuncağın marifetlerini yeni arkadaşına. Zaten öyle çok büyük bir marifeti de yoktu oyuncağın. Işıklı mışıklı, kanatlı bir şeydi işte. Az sonra, çocuk annesinden kendi oyuncağını alıp geldi. Melis’e uzattı. Şimdi birbirlerinin oyuncaklarıyla oynuyorlardı. Pek konuşmadılar, ama anlaştılar. Melis ile arkadaşının nabzı birbirine yaklaştı. Anneler, babalar yeniden arkalarına yaslandı. Kadın örgüsüne kaldığı yerden devam etti. Gülliverler bile havadan sudan konuşmaya başladığına göre ben de artık yerime dönebilirdim. Melis’in nabzından çıkıp kuleye doğru yol alırken, annesi o gülümseyen gözleriyle bana bakıyormuş gibi geldi.