Kanat çırparak koruyun yüreğinizi
Kutsal metinlerde yazılanlara inanırım ben. Ve kuvvetle güvenirim mitlere, mitoslara. Çoğu zaman genel geçer yargılarla konuşsalar da, samimi bir tarafları varmış gibi gelir bana. Bugünün pek bilindik cümleleri gibi mülteci bir yanları da yoktur hani.
Yaradan ta başlangıçtan insanları kadın ve erkek olarak yarattı, diye yazar kutsal metinlerde. Her ne kadar yasak meyveyi bile isteye dişlemiş olsalar da, Âdem’in de Havva’nın da alınlarında Tanrı’nın mührü vardır… Değil mi ki Âdem ile Havva olmak demek; en zayıf noktadan sınanmak, en aciz yerden imtihana tabi olmak demek. Kimi zaman bal ile sirke kadar zıt iken birbirine, gene de âşıklar divanında şerbete bulanma hayaline tutulmak demek.
Yaradan ta başlangıçtan insanları kadın ve erkek olarak yarattı, diye yazar kutsal metinlerde. Bu sebeple gün gelecek, Âdem de Havva da annesini babasını bir yana koyup, yalnızca eşine bağlanacak ve ikisi artık tek bir beden olacak; ikiyi bire indirmenin hikmetine varacak. O halde, Tanrı’nın birleştirdiğini insan ayırmasın.
Bazen düşünüyorum da, çarha yedi düğüm vurduysa, yeri geldiğinde ondan yetmiş düğüm de çözebilen Tanrı; adına “sevda” denilen o hissi neden yarattı? Topraktan bir kül ezip de onunla yüz ayna cilaladı. Sol kaburgaya “kadın” deyip, sağ kaburgayı “erkek” diye öte tarafa ayırdı. Tam ortaya “sevda” denilen bir kuş kondurdu. “Ey kullarım!” diye buyurdu sonra; “Her kuş kendi kudretince yükselir. Fazlaya çıktı mıydı, ölümün yolunu tutmuş demektir. Göğe yoldaş kuşlarınızla sevin birbirinizi, amma velakin siz siz olun, sakın ha öldürmeyin emanetimi ve daima kanat çırparak koruyun yüreğinizi”
Var olan bütün mitolojiler başka anlatır sevdayı. Gökyüzü silahlarla kararır; yıkım, kıyamet görüntüsüyle insanlığın üzerine çökerken, Yüce Zeus gene de heybesindeki okları çıkarıp, sevdiği bir kadının yüreğine fırlatır. Yüzüm nasıl uzun yolculuk yapanlara benzemesin diye yakınır, Gılgamış. “Çok sevdim Enkidu, hem de öyle çok sevdim ki… Var olan her şeyi ona yükledim,” diye dert yanar Ea. “Tüm gümüşleri yükledim. Tüm altınları yükledim. Canlı varlıkların döllerini yükledim. Tüm dost ve hısımları yükledim. Sevinçleri, kederleri yükledim. Bildiğim ve bilmediğim her şeyi onun suretine yükledim. Sonra oturdum ve ağladım…”
Öte yandan, cananı isteyen, cihandan korkmaz, der şair Nizami. Tanrı’nın bir ettiğini, koca cihan dahi bir araya gelse, gene de ikiye bölemez gayrı. Bir de “sevda” deyince benim aklıma hep üstadın şu tarifi gelir, ne ki her seferinde aynı şeyi hissedişime tercüman olmuş bir cümledir bu;
Tarifini sorsalar… Her baktığımda, ilk defa görüyormuşum gibi… Az kalsın ölüyormuşum gibi… [1]
Kutsal metinlerde yazılanlara inanırım ben. Ve kuvvetle güvenirim mitlere, mitoslara. Çoğu zaman genel geçer yargılarla konuşsalar da, samimi bir tarafları varmış gibi gelir bana. Bugünün pek bilindik cümleleri gibi mülteci bir yanları da yoktur hani. Bugün başka, yarın başka değildirler. Sevdaysa sevda, insansa insan… Nettir yani. Hakikat, hakikattir. Hem sevdanın yahut insanın “görece eskisi”, “modası geçmişi” olur mu hiç? Bir gönüle bin yıl evvel düşmüş aşkla şimdiki arasında ne gibi bir fark olabilir? Âdem hâlâ Âdem, Havva hâlâ Havva ve sevda hâlâ zamansız, hâlâ lamekân [2] iken…
O halde,
Yeter ki, Tanrı’nın bir kıldığını insan ayırmasın.
Yeter ki, aşkla bakan gözler buğulanmasın.
Yeter ki, göğe yoldaş kuşlarınız solmasın.
Ve yeter ki, kanat çırparak korunmaya meyyal[3] yürekler kırıla kırıla savrulmasın.
Bütün kutsal metinler aşkına; kuşlarınıza iyi bakın!
Siz de biliyorsunuz, her şey gitgide kararıyor…
[1] Edip Cansever’in “Öyle bir çık ki karşıma” adlı şiirinden.
[2] Yersiz, yurtsuz.
[3] Eğilimli.