Bir Çerkes kızı
Size bir arkadaşımı anlatmak istiyorum. Çocukluk arkadaşım değil, zaten yaşı da buna müsait değildi ama, onu kendimi bildim bileli tanıyormuşum sanırdım. Hem ruh, hem cüsse olarak heybetli, hafiften otoriter, ama aslında çok şeker bir büyüğümüzdü, yaşı bizden çok küçük olsa da. Bende, çocukluk dönemindeki aile içi ast-üst ilişkilerine (kabaca, anne kız) dönme eğilimi uyandıran kişilerden biriydi. Yani, zaman zaman sözünü dinlerdim. Ama onun istediği kadar çok değil.
Evet, Meral Okay benim çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Yaman ile Meral ikilisi de, favori çiftlerimden biri. Hakiki bir aşk yaşamışlardı. İkisi de genç yaşta kanserden öldü, hele Yaman çok gençti. Bu sevgiyi anlatırken, “Aşk bir kıyamama halidir,” demiş Meral. “Aşk bir sızma halidir…” Bir gün evi düzenlerken fark etmiş ki, evde ondan çok Yaman’ın eşyası var. “Küçük küçük poşetlerle sızmıştı”. Başka ne halidir aşk? Kendinden vazgeçme hali. Bazen de bir kıyamama hali. “Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü,” demişti. “Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır…”
Bizim payımıza da, sevginin yanında nasihatlar düşmüştü. Sözünü dinleyelim isterdi, çünkü iyiliğimizi isterdi. Neyse ki, onun iyilik isteme şekli, insanı ömrübillah iyilik görmeye tövbe ettirecek, gıcık iyilik isteme zorbalarınınkine benzemezdi. Anlayışlı bir abla gibiydi. Asker babadan gelme tanrı vergisi disiplini bile terbiye etmesini bilmişti. Yıllar boyunca arkadaşlarının yediği haltları temizlemelerine yardımcı olmuş, hatta bazen bizzat temizlemiştir. Onun bilumum melekelerine hakim olduğu, bizim maymuna döndüğümüz gecelerin sabahlarında, “pişman ve şerefsiz” ruh halimizi de okşamıştır. “Yok bir şey, çocuğum,” demeye getirmiştir. “Sen kötü bir çocuk değilsin, hem olsan da ben seni gene seviyorum.”
Bazen tatlı tatlı azarlardı, her şeye boynumu uzatıyorum diye, çıkarımı kollamıyorum diye, bir de sağlığıma dikkat etmiyorum diye. Kendisi de bunların hepsini, bazen beş fazlasıyla, yapardı. Yıllar önceki bir işyerinde çok koşuşturuyor, bu yüzden de zaman zaman çarpıntılar geçiriyordu. Hakikaten zılgıt atmak zorunda kaldım. Dinledi mi? Ne gezer! Bildiğini okudu. Ama biz yapacak olsak hemen haddimizi bildirirdi. Her işe evet diyorum diye benimle inceden inceye alay ederdi. Oysa bizzat kendisi, akla gelebilecek her sorumluluğa, göreve boynunu uzatırdı: yazarlık, senaristlik, oyunculuk, şarkı sözü yazarlığı, menajerlik, müdirelik, Marko Paşa’lık, vesaire vesaire.
Çıkarını kollama işine gelince, doğru dürüst para istemesini ve almasını bilmiyorum diye benim için o kadar üzülüyor, hatta kızıyordu ki, yıllar önce menajerliğimi yapmayı teklif etti. Sonra bir süre sesi sedası kesildi. Bir gün karşılaşınca, menajerlik işi ne oldu diye sordum. “Vazgeçtim,” dedi. “Söyle bakalım: Ben birinden doğru dürüst para istesem, o da ağlayarak seni arayıp, ‘bu para çok, biz veremeyiz, sen bize dost işi bir şeyler yap’ dese, yapar mısın, yapmaz mısın?” Boynumu büküp, “Yaparım,” dedim. “Eh,” dedi, “Beni niye arada rezil ediyorsun ki!” Doğru söze ne denir? Buna karşılık, kendisinin herhangi bir iş için para istemeyi akıl ettiğini (hafif bir “zül addetme” durumu da vardır) pek sanmıyorum.
Menajerlikten vazgeçmiş olsa da, bana zaman zaman iyi paralı yazılar/çeviriler, kısa süreli kurtarıcı işler bulmuştur. Başım her sıkıştığında borç vermiştir. Onda para varsa eğer, arkadaşınızı kendinizden koruma içgüdüsü haricinde, hiçbir sorununuz olmaz. Daha siz cesaret edip isteyemeden, para vermeyi teklif ettiği görülmüştür. Esas zor olan, o parayı iade etmektir. Tabir caizse, kan kusturur. Yalvar yakar olursunuz, paranızla rezil olursunuz. “Vallahi bana lazım değil, verebilecek durumdayım, sen şimdi al, sonra gene isterim,” diye ağlamaklı hallerde yalvarırsınız.
Çerkes kızıdır dedik ya, temizdi, tırandazdı, becerikliydi. Çok iyi yemek yapardı. Evinde, en sıradan yemeği çırpıştırırmışcasına bir rahatlıkla, işi hiç büyütmeden, “Bakın, ne usta işi yemekler biliyorum!” demeye getirmeden kotardığı ziyafetlerin tadı halen damağımızdan silinmemiştir. Bilmiyoruz, belki bel hizamızdan da silinmemiştir. Açıkçası, tam da orta yaşın kalıcı kilolarına geçiş devriydi. Abla nasihatleri bir yana, yaşamayı, gülmeyi, eğlenmeyi seven, neşeli, esprili bir insandı; dostluğu keyifliydi. Sonuçta, güleryüzlü bir karagün dostu da kolay bulunur bir şey değil. Yani, kıymetini bilirdik demek istiyorum, onu çok severdik. Arkadaşı olup da onu sevmeyen var mıydı, bilmem. Bence yoktu. İnsan o gümleyen, gamdan azade kahkahaya, sıcak ilgiye, o kadar sevecen olmasa bazen neredeyse kıyıcılık sınırına dayanabilen muzipliğe nasıl direnir ki?
Meral, toplantıdan toplantıya koşup, yeni projeler üretir, bir kısmını da oracıkta şekillendirirken, masanızın yanından geçti ve halinizi beğenmedi diyelim. “Senin bugün neyin var?” diye sorardı. Bakmasını, görmesini, hemencecik derde deva olmasını bilen bir arkadaşımızdı. Kendi hastalandığında ise, beş yakın arkadaşı hariç, kimsenin yanına gitmesini istememiş. Hastane ziyaretlerini falan kaldırmış. Beş kız, bir Paris sefaları da vardır ama (aslında, tedavi umutlu bir gezi), yanında en çok Melek kalmıştır, Melek Taylan Ulagay. Yatağında televizyon izlerken, benim ödül aldığımı görünce (SİYAD ya da İKSV) çok sevinmiş. Beni sevdiğini de söylemiş Melek’e. “O da benim gibi tırnaklarıyla kazıyarak bu yerlere geldi,” demiş.
Tırnaklarıyla kazımak da iyi bir süreçtir ama. Hele çalışmayı seviyorsan. Benim arkadaşım da çalışmayı çok severdi.