Bir yönetmenden bir yönetmene…
Alfred Hitchcock, bugün de bir önceki yüzyılın başında olduğu gibi, hayranlık duyulan bir yönetmendir. Yıllarla bu hayranlığın düzeyi arttı, derken üstadın ölümsüz olduğu anlaşıldı. Tıpkı filmleri gibi. Derken, bizim gibi Hitchcock hayranı olan, Fransız Yeni Dalga’sının en sevilen yönetmenlerinden François Truffaut, onunla üç gün süren ve kitap haline getirilen bir söyleşi yaptı. Bu söyleşi daha sonra da beyazperdeye aktarıldı. Hatta önümüzdeki hafta da gösterime giriyor. Yönetmen ve senarist Kent Jones günümüzün önemli yönetmenlerine soruyor: “Bu kitap sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi?”
Cevapları merak etmemek mümkün mü? Filmlerinin kontrolünü elden bırakmayan, en nefis gerilimlerin yaratıcısıdır. Obezliğinin daha da dayanılmaz kıldığı yalnız bir çocukluk geçirmiş. Daha çok küçükken babası onu söz dinlemediği için, ceza olarak birkaç dakika içeri kapatılmasını talep eden bir notla karakola yollarmış. Kötü muamele gören, yok yere suçlanan karakterlerinin kaynağı budur belki.
Ama Birinci Dünya Savaşı’ndan da, obezliği sayesinde kurtuldu. Henley Telegraph’ta yazarlığa başladı. Sürprizli finalleri olan hikâyelerinin ilki, yayının ilk sayısında çıkan Gas’di (1919). Sinema âlemine de adım attı. Film çalışması nedeniyle Almanya’dayken, F. W. Murnau’nun filmi The Last Laugh’ın (1924) çevrilişini izledi ve çok etkilendi.
Talihsiz deneyimlerin ardından, 1926’da ilk gerilim filmiyle şansı döndü. The Lodger: A Story of the London Fog 1927’de gösterime girdi, hem çok iş yaptı, hem çok beğenildi. İlk işlerinin çoğunda olduğu gibi bu filmde de Alman ekspresyonizminin etkileri görülüyordu. Öte yandan, pek sevdiği “yanlış adam” temasını ilk kez bu filmde kullanmıştır.
1926 Aralık’ında reji asistanı Alma Reville ile evlenmişti. Tek çocukları Patricia 1928’de doğdu. Alma, Alfred Hitchcock’un sağ kolu, en büyük yardımcısı olacaktı. Ancak Hitchcock bu katkılardan başkalarının yanında söz etmeyi sevmezdi, Alma da kendisinden söz edilmesini sevmezdi. Meçhul bir kahraman olarak kaldı. Ta ki, iki Hitchcock filminde iki usta oyuncu, Helen Mirren ve Imelda Staunton ona yeniden can verene kadar: Hitchcock ve The Girl.
1929’da onuncu filmi Blackmail / Şantaj’ı çekerken, stüdyo sese geçme kararı aldı. İlk sesli filmlerden biri olan Blackmail film eleştirmenlerince çığır açıcı sayılmıştır. Filmin doruk noktasının British Museum’ın kubbesinde geçmesiyle birlikte de, Hitchcock, tanınan yerleri gerilim sekanslarına mekân etme geleneğini başlattı. 1933’te Gaumont-British Picture Corporation için çektiği ilk filmi The Man Who Knew Too Much / Çok Şey Bilen Adam (1934) büyük başarı kazandı, ikincisi olan The 39 Steps / 39 Basamak (1935) bu dönemin en iyi filmlerinden biridir. Yükselişini The Lady Vanishes (1928) ile sürdürdü. Dilden dile dolaşan “Oyuncular sığırdır,” cümlesini de bu filmin çekiminde kullandığı söylenir. Michael Redgrave buna tanıklık ediyor. Kendisi ise, bu sözleri ilk kez 1920’lerin sonunda, sinemayı küçük gören züppe tiyatro oyuncuları için kullandığını iddia etmişti. Sonunda da, “Ben oyuncular sığırdır demedim, sığır gibi güdülmelidir dedim,” açıklamasıyla işin içinden çıktı.
Sonunda “Büyük Alfred” diye anıldığı İngiltere’den ayrıldı, ABD’ye göçtü. 1955’te Amerikan vatandaşı oldu. İlk Amerikan filmi Rebecca, En İyi Film Akademi ödülüyle onurlandırıldı. 50’den fazla film yapmıştır, neredeyse yarısı “unutulmaz” filmlerdir. İlk akla gelenler Rear Window / Arka Pencere, 39 Steps / 39 Basamak, Psycho / Sapık ve The Birds olabilir ama bunun hemen ardından, belki Vertigo ile başlayan ve aynı derecede akıldan çıkmayan bir beş film daha sayabilirsiniz.
Sapık ve Kuşlar hariç, hiç korku filmi yapmadı, bıçak sırtı gerilimlerle, işlemediği suçların faturasını ödemek zorunda bırakılan erkeklerle; güzel, soğuk ve mesafeli kadınlarla ilgilendi. Amacı korkutmak değil, darbe öncesi gerilimi yaratmaktı. Zekice olay örgüleri ve esprili diyaloglara iki ölçüde esrar ve cinayet katarak, herkesi gerçekten de koltuğun ucuna ilişmiş, nefesini tutmuş halde onun filmlerini izlemeye mahkum etti. Çok zekiydi, hatta bazen biraz fazlaca zeki. Seveni kadar nefret edeni de vardı.
Neredeyse altmış yılı kaplayan meslek hayatında Hitchcock hemen tanınabilen bir yönetmenlik üslubu geliştirdi. İnsan bakışı gibi hareket eden kamera kullanımının öncülüğü onundur, hepimizi röntgenci yapıp çıkardı. Bizi diken üstünde tuttu, çekimleriyle korkumuzu, endişemizi pekiştirdi. Kahramanın peşinden koştuğu şeylerle bizi yanıltmayı sevdi. Onlara “MacGuffin” derdi, ilk kez 1935 yapımı The 39 Steps’te kullanmıştı. François Truffaut ile söyleşisinde bundan söz etmişti.
Genellikle en büyük İngiliz yönetmen olarak tanınır. Sight and Sound dergisinin çok etkili eleştirmen anketinde, onlarca yılın birincisi, Orson Welles’in Citizen Kane / Yurttaş Kane’ini sonunda Vertigo ile geride bırakmayı başarmıştır. Ama Rebecca ile başlayarak beş kez aday gösterildiği halde (diğerleri Lifeboat, Spellbound, Rear Window, Psycho), yönetmen olarak Oscar almadı hiç. Neyse ki, Amerikan Film Enstitüsü, 1979’da ondan Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü esirgemedi. 1980’de kendisine şövalye unvanı layık görüldü. Aynı yıl Los Angeles’ta hayata gözlerini kapadı.
Çok şükür ki, Sir Alfred Hitchcock sadece filmleriyle değil, o filmlerdeki kameoları ile de yaşıyor. Onu filmlerinin hemen hemen hepsinde görebilirsiniz. Kendine kısacık roller yazardı: The Lodger / Kiracı’da (1926) önce haber merkezindeki masada, sonra tutuklanma olayını seyreden kalabalığın arasında yer alır. Blackmail / Şantaj’da (1929) metroda kitap okurken küçük bir oğlanın rahatsız ettiği adamdır. 39 Steps / 39 Basamak’ın (1935) yedinci dakikasında, Robert Dont ile Lucie Mannheim tiyatrodan kaçarlarken, çöp döker. Kaybolan Kadın / The Lady Vanishes’in (1938) sonlarına doğru, Victoria İstasyonu’nda siyah paltosuyla sigara içer. Rebecca’nın finalinde, George Sanders telefon ettikten biraz sonra telefon kulübesinin yakınından geçer. Suspicion / Şüphe’nin (1941) ortalarına doğru, köy postanesinde bir mektup atar. Saboteur / Sabotör (1942) başladıktan bir saat kadar sonra, sabotajcının arabası, New York’ta Cut Rate Drugs’ın önünde durur. Lifeboat / Yaşamak İstiyoruz’da (1944), içinde sayılı insan olan tekneye giremediği için, gazetedeki bir reklamda “önce” ve “sonra” olarak boy gösterir. Spellbound / Öldüren Hatıralar’da (1945), elinde bir keman kutusuyla ve sigara içerek, Empire Oteli’ndeki bir asansörden çıkar. Şaheserlerinden Notorious / Aşktan da Üstün’de, Claude Rains’in evindeki büyük partide şampanyasını içip kaçar. Ölüm Kararı / Rope’ta apartman penceresinden görünen neon reklamda yanıp söner. Nüfus dairesi kapısından silüetini gördüğümüz 1976 yapımı Family Plot / Aile Oyunu da dahil, filmlerine görünümüyle imza atar. Öyleyse, bu dünyayı 29 Nisan 1980’de terk etse de, çok yaşasın Sir Alfred Hitchcock diyoruz!