Çat orda, çat burda…
Sir Arthur Conan Doyle’un doğum gününü kaçırdık ama, olsun. Onu ve yarattığı emsalsiz karakteri unutmadık elbet. Sherlock Holmes, dönemlerin geçişinden etkilenmediğini, sadece bir dönemin insanı olmadığını, fiziki olarak değişebileceğini ve hatta zamanda bir anlamda seyahat ettiğini hepimize kanıtladı. O kendine özgü şapkası, pelerini, pertavsızı, elinden düşmeyen piposuyla tanıyıp sevdiğimiz Sherlock epeyce bir zamandır ortada yok. Artık daha farklı kılıklarla dolaşıyor. Teknolojinin nimetlerinden faydalanıyor. Hatta Apple iç arama motoru sistemi yazılımına “Sherlock” adını verdi ve logo olarak da şapka ile pertavsızı kullandı.
Kıskanmamak elde değil. Yazarı da, kahramanı da. Daha doğrusu, kahramanları da demeli. Çünkü Sherlock Holmes’un adının anıldığı her nefeste bir başka isim daha telaffuz edilir: Dr. Watson. Geçen yüzyıldaki çeşitli Sherlock uyarlamalarından bazılarında Watson, ayıptır söylemesi biraz salakça gibi görünebilir. Oysa Guy Ritchie’nin”Sherlock Holmes” filmlerinde Jude Law’un oynadığı Dr. John Watson hiç de salak görünmüyor. Holmes’un olağanüstü zekâsının yanında ezilmiş bir hali de yok.
BBC’nin “Sherlock” mini dizilerinin Watson’ı Martin Freeman ise, bence Sherlock’un can yoldaşının tam da olması gerektiği gibi bir karakter: doktor, ama aynı zamanda asker, aklıselim sahibi bir şahıs ve “sıradan insan” tipiyle Sherlock’un esrarını çözmemizde bize yardımcı olan bir anlatıcı. Bu arada hemen belirtelim: BBC’nin mini dizisiyle adını daha da fazla duyuran (ülkesinde zaten meşhur bir aktördü) Freeman, hemen ardından “Hobbit” filmlerinde Bilbo Baggins’i aynı inandırıcılıkla oynayarak uluslararası bir şöhret oldu.
Gelelim Sherlock’la beraberliğine: Dünyanın en büyük detektifi ile yardımcısı, bildiğiniz gibi 1881-1904 yılları arasında 221B Baker Street adresinde yaşamışlardı. En son 1936’da pansiyon olarak kullanılan evin Baker Sokağı’na bakan birinci kattaki meşhur çalışma odası, bugün de tıpkı Victoria devrindeki haliyle muhafaza ediliyor. Polisiye dergimiz 221B de elbette adını bu adresten almış, dolayısıyla Holmes’a saygılarını sunuyor.
Üstat, polisiye dünyasına ilk adımını İskoç yazar ve doktor Sir Conan Doyle sayesinde 1887 yılında atmıştı. Mantıktan yararlanışı, vakaları gözlemciliğiyle çözmesi ve tümdengelim yöntemini kullanmasıyla tanınır. Kendini “danışman detektif” olarak tarif eder. Başkalarına zor gelen olaylara uzman olarak davet edilir. Çoğu kez de evinden çıkmadan bir problemi çözebildiği söylenir. Onun yardımını isteyenleri, büyük gözlem gücüyle etkiler. Kişilikleri ve o yakınlardaki etkinlikleri konusunda, hepsi doğru çıkan tahminlerde bulunur. Bugün olsa, müşterileri etkileyen birinci sınıf bir tanıtım derdik. Aslında Holmes da, tıpkı Agatha Christie’nin detektifi Hercule Poirot gibi, iş peşinden koşmaz. Tam tersine, ona gelen işlerin arasından ilginç ve zor bulduklarını seçer yalnızca.
Sir Arthur Conan Doyle, Holmes’u yaratırken Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki hocalarından birini, marifetli cerrah ve forensik dedektif (adli tıp bilimi o zamanlar yeni bir alanmış) Josph Bell’i seçmiş. Ancak Bell’in yıllar sonra Conan Doyle’a yazdığı bir mektupta “Sherlock Holmes, sen kendinsin, üstelik bunu da iyi bilirsin,” demiş. Yazarımızın Sherlock adını bir İngiliz kriketçiden aldığı söylenir ama, ailede de bir Jane Sherlock var.
Sonuçta karşımızda zeki, mantıklı, gözlem gücüne sahip, ince uzun bir dedektif var. Kılık kıyafet, malum. Ancak şapkasının biçimini yazarından çok Holmes hikâyelerinin çizeri Sidney Paget’e borçlu. Kılık değiştirmekte de üstüne yoktur doğrusu. İyi bir boksör ve eskrimcidir, ender olarak dövüştüğünde de genelde rakiplerini yenilgiye uğratır. Parmakları özellikle kuvvetliymiş. Bir de “Japon güreş sistemi” baritsu’yu bilirmiş biraz. Suçun Napolyon’u denen can düşmanı Profesör James Moriarty’den bu sayede kurtulmuş. Hani şu, Holmes’la dövüşürken Reichenbach Şelalesi’nden düşüp ölen Moriarty. Conan Doyle yarattığı kahramandan sıkılınca onu bu şekilde ortadan kaldırmaya karar vermişti. Kendisi daha ciddi işlerle uğraşmak istiyordu, ruhlar falan gibi.
Olmadı ama, daha sonra Agatha Christie’nin de anlayacağı gibi, Holmes ve Poirot misali karakterleri yazarları yaratabilir, ama yok edemez. Okurlar kıyameti koparttı, protesto ettiler, hakaret ettiler, duvarlarına yazılar yazdılar, hatta tehditler savurdular. Sonunda Boş Ev’i (The Adventure of the Empty House) yazarak Sherlock’u diriltti. Meğer Moriarty aşağı düşmüş, ama Holmes düşmemiş, dağlarda saklanmış. Kimi kaynaklar da Moriarty’nin vaktiyle Holmes’un matematik öğretmeni olduğunu söyler. Bu durum ise, bize olsa olsa Holmes’un onu niye sevmediğini anlatır. Oysa emin olun ki, duyguları karşılıklı.
Conan Doyle, Holmes’un kahramanı olduğu dört roman ve elli altı kısa hikâye yazdı. Hemen hemen hepsini dostu ve biyografi yazarı Dr. John H. Watson anlatır. Holmes’un aktardığı iki tanesi ve üçüncü şahıs ile yazılmış iki başka hikâye hariç. Hikâyeler önce dergilerde (özellikle The Strand’de) tefrika edildi. Devrin icabı, Charles Dickens’ın eserleri de bu şekilde okurlara ulaşmıştı. Hikâyeler 1878’den 1903’e kadarki dönemi kapsar, 1914’te de son bir vaka gelir. The Times’a göre 1964’te Sherlock Holmes satışları İncil’in hemen arkasından ikinci geliyordu. Diyoruz ki, Dr. Watson’a göre üstat her ne kadar edebiyat, felsefe ve astronomi konusunda hiçbir şey bilmese de, gene bu listenin başında kalsın ve onu günümüze getiren Sherlock mini dizisi de çok yaşasın!