Siyah
Odada ondan başka kimse yok. Hafta sonu çıkmamış, ders çalışıyor. Geldiğimi görünce elindeki kalemi attı, arkasına yaslandı.
“Gel otur,” dedi. “Ben de biraz mola vermiş olayım.”
Köşede, yurda gizlice soktukları elektrikli ocakta kaynayan çaya gözüm ilişti.
“İster misin?”
“Ben koyarım,” dedim. Kalktım, bir köşede yığılmış kirli bardakların arasından temiz bir fincan buldum. Kendime ve onun fincanına çay koydum.
“Yurt bomboş,” dedi. “Güya vizeler zamanı. Millet keyfine bakıyor.”
“Sen ineksin.” Güldüm.
Bana baktı. Parmak arası terliklerime, siyah oje sürülmüş el ve ayak parmaklarıma. Yadırgadığını biliyordum. Makyajı, süsü sevmezdi hiç. Ayaklarımı, oturduğum sandalyenin altına topladım.
“Senin de sınavın mı var?” diye sordu. “Bu güzel havada neden buradasın?”
Böyle derken, birden havanın güzel olduğunu yeni hatırlamış gibi camı açtı, önünde durup derin bir nefes çekti.
“Gece çıkacağım,” dedim. “Bana ödünç verebileceğin siyah kıyafetin var mı?”
Geldi önümde durdu. İki elini beline koyup hesap sordu.
“Bu ne kızım ya? Haftada iki, üç gece simsiyah giyinip süslenip dışarı çıkmalar, gece yarısından sonra dönmeler filan. Siyaha tapan bir oğlan mı buldun nedir?”
“Öyle bir şey değil,” dedim. Utanmıştım.
“Millet arkandan neler diyor haberin var mı?” dedi. “Gecelerin kadını, diyorlarmış!”
Cevap vermediğimi görünce devam etti.
“Hatta, geçenlerde Sibel kendi kulağıyla duymuş, telekız mı acaba demiş, üst kattan biri…”
“Yok artık!” Kızmıştım. Arkamdan bir şeyler konuştuklarını tahmin ediyordum ama bu kadar ileri gideceklerini beklemiyordum.
Ayağa kalktım, gözlerim dolmuştu.
“Sen de öyle mi düşünüyorsun?”
Boşalan fincanına yeniden çay doldurdu.
“Saçmalama,” dedi. “Öyle düşünmediğimi çok iyi biliyorsun. Ama ne yaptığını da merak etmiyor değilim.”
“Para kazanıyorum,” dedim. “Ama onların sandığı gibi değil. Küçük bir otelin lobisinde piyano çalıyorum. Beni işe alan adamın tek bir şartı vardı, her gece tepeden tırnağa siyah giyinmem. İşte bu yüzden…”
Annemlerin bir süredir yeterli para gönderemediklerini, bu yüzden zor durumda olduğumu biliyordu. Bu sefer o utandı.
“Her seferinde değişik bir siyah kıyafet bulmak zor oluyor,” dedim. “Sende belki bir şeyler vardır, diye düşündüm.”
Kalkıp dolabının iki kapısını birden açtı.
“İşte,” dedi. “İstediğini alabilirsin. Kendin bak.”
Siyah bir etekle, uzun kollu bir penye buldum. Koluma astım.
“Teşekkür ederim,” dedim.
“Ne zaman istersen,” dedi.
Ben odadan çıkarken yeniden kalemi eline almış, başını kitabına gömmüştü.