Elf dilinin cazibesi
Tamam, belki Elfçe demeliydim.
Hatta hangi kolu olduğunu söylemeliydim. Öyle ya, Quenya mı, Sindarin mi, Eldarin mi, Telerin mi… Nihayetinde JRR Tolkien, o kadar uğraşıp ayrıntısıyla koca bir dil dünyası yaratmış, zücaciye dükkânına girmiş Mûmak gibi paldır küldür bir adlandırma yapmamalıydım.
Ama mazur görün; maksadım Orta Dünya’nın bu güzide dil ailesini ayrıntıyla ele almak, müstakbel Elf Dilleri ve Edebiyatı öğrencileri için kapsamlı bir kılavuz oluşturmak değil. Maksadım, genel olarak “yapay dil” ya da “yapma dil” denen o tuhaf ve büyüleyici şeyden, zaman içinde doğal ve anonim şekilde gelişmemiş, belli biri ya da birileri tarafından icat edilmiş, basbayağı uydurulmuş dillerden bahsetmek.
JRR Tolkien bir dilbilimciydi ve kitaplarında kullandığı üretilmiş dilleri, o kitapları zenginleştiren birer bezeme, ayrıntıların üzerine titreme tasasının fazlaca ileri götürülmesinin bir eseri olarak görmüyordu. Tam tersi geçerliydi: “Bu diller, hikâyeler için oluşturulmamış, daha ziyade hikâyeler bu dillere bir dünya oluştursun diye yazılmıştır,” diyordu.
Nitekim 1960’larda eleştirmen Robert Reilly, Tolkien’den bahsederken, “Hayatta kimse sırf bir dil uydurmak için varlığının sinir uçlarını ve liflerini böylesine ifşa etmemiştir; sadece delilik değil, gereksiz de bu,” diye isyan etmişti!
Öyle mi gerçekten?
Sanırım bu, dile nasıl baktığınıza bağlı. Dilden, size pratik getirisinden öte bir keyif alıyor, onda daha derin anlamlar, hatta bir güzellik buluyorsanız, ilk bakışta varoluş mantığını inkâr edermiş gibi görünen bu girişimler, tenha ama sihirli bahçeler haline geliyor.
Peki, tüm bu bahçelerin kökleri nerede? Bu konudaki en meşhur anlatıya gidelim:
Kutsal kitaplarda Babil Kulesi, insanın göklere ulaşma çabasının –ve dolayısıyla Tanrı katından bakıldığında kibrinin– eseridir. Bu kibir, “tek dil”in parçalanıp birçok dile ayrılmasıyla cezalandırılır: Dil bölününce insanlık da bölünür, birbirini anlamamaya başlar. Bence gayet anlamlı bir şekilde, dilin uğradığı bu duruma bugün hem “karışma” ya da “kargaşa” hem de “dillerin doğuşu” diyoruz: Diller bir yandan ayırıyor, ama öbür yandan zenginleştiriyor, açıları ve ihtimalleri artırıyor. Va tabii ki çevirmenseniz, bu anlatıya göre, Babil Kulesi mesleğinizin de doğuşu oluyor!
Amaç, ister Babil’de dağılan dilleri yeniden birleştirmek olsun, ister karışıklığa bir tutam da kendi tuzunu katmak, yeni diller icat etmek insanın eski bir uğraşı aslında. Mesela 12. yüzyılda başrahibe ve birçok farklı alanda yetenek ve irfan sahibi Hildegard von Bingen, Lingua Ignota ya da Latince anlamıyla, “Bilinmeyen Dil” adlı bir dil yaratmıştı. Amacı insanları Babil’in yıkıntılarından çıkarmak mıydı, yoksa zor nüfuz edilen özel bir dil üretmek mi, tam da dilin adına uygun şekilde, bilmiyoruz. Bildiğimiz, bin küsur kelimeli bu dilin Latince gramerini kullandığı ve kendi alfabesine sahip olduğu.
İlginçtir ki tarihteki en önemli yapay dillerden biri bu topraklardan çıkmıştı. Bâleybelen, 16. yüzyılda Muhyi-i Gülşeni tarafından icat edildi. Çok geniş bir alana yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı diller konuşan kültürlerin yardımcı dili olması amacıyla oluşturulmuş olan Bâleybelen’in dil meraklıları için talihli tarafı, iyi belgelenmiş olmasıydı. (Bazı yerli kaynakların en azından gramer düzeyinde “dünyanın ilk yapma dili” olarak tanımladığı Bâleybelen’e ilgi duyanlar için eldeki önemli bir çalışma, Mustafa Koç’un Klasik Yayınlar’dan çıkmış Bâleybelen: İlk Yapma Dil adlı kitabı.)
Tabii, Babil’in yıkıntılarından çıkma çabası asırlar önce vazgeçilmiş bir mücadele değil. Aksine, bu çabanın en meşhur ürünü 19. yüzyılda üretilen Esperanto olsa gerek. Kelime anlamı “ümit eden kişi” olan bu dil, bugün dünyanın en yaygın konuşulan yapay dili. Belki bütün dünyanın bu dil altında “birleşeceği” şeklindeki ütopya hiçbir zaman gerçekleşmedi, ama bugün dünyada yaklaşık iki milyon kişinin Esperanto konuşabildiğini belirtmek gerek – ki bunlardan bin ile iki binin doğumdan itibaren Esperanto’yu bir “anadil” olarak öğrendiği söyleniyor!
Anadil olarak öğrenilen yapay dillerden bahsetmişken, Klingon diline değinmemek olmaz! Uzay Yolu dizi ve filmlerindeki Klingon türünün konuştuğu bu dil, kendi alfabesine, lûgatına ve hatta enstitüsüne sahip. Bir dilbilimcinin çocuğuyla doğumundan itibaren üç sene boyunca sadece bu dilde konuşmasının sonucunda, en azından bir kişinin anadili olmaya epey de yaklaşmıştı bir ara! Çocuk için endişelendiyseniz, endişelenmeyin: Bir ara, haberi internette epey infial yaratan bu deney (Çocuğun sadece Klingon dili konuşabildiği ve bu yüzden devlet tarafından ailesinden alındığı yönünde hayli abartılı ve belli ki yanlış bir çeşitlemesini bile okumuştum!), babanın kendi ifadesiyle nihayetinde “başarısızlığa uğramış”. Etrafında İngilizce de konuşulduğundan, çocuk zamanla tamamen İngilizce’ye geçmiş.
Belki Tolkien’de dil, hikâyeden sonra gelmiyordu, ama Klingon dili dahil kurmacadaki pek çok yapay dil tabii ki tam da böyle üretiliyor. Blade Runner adlı bilimkurgu filminde, geleceğin Los Angeles’ında kullanılan Cityspeak (“Kentağzı” diyebiliriz) diye bir dil var ki, bu açıdan hakikaten söz etmeye değer. Aslında hiç öyle detaylı, kendi alfabesine ya da gramerine sahip bir dil değil bu. Hatta kendi kelimelerine bile sahip değil: Japonca, Korece, Macarca, Fransızca, Almanca gibi farklı farklı dillerden kelimeleri bir araya getiriyor (Böyle dillere “a posteriori” yani “sonrasal” yapay dil deniyor). Peki o halde, nedir bu dili bahsetmeye değer kılan? Hayli titiz bir aktörün rolüne hazırlanma sürecinin eseri olması! Yazarlar ya da bir dil uzmanı tarafından değil, yan rollerden birini canlandıran Edward James Olmos tarafından, rolü için araştırma yaparken uydurulmuş. Olmos sayesinde filmin geleceğe dair vizyonu bir nevi lingua franca’ya sahip olmuş.
Lingua franca da Babil’in gölgesinden çıkma çabasının bir başka ürünüdür. Bu terim günümüzde genellikle “geçer dil”, yani farklı dillerden insanların aralarında anlaşmak için kullandıkları karma dil anlamında kullanılıyor. Ancak bu isimde (ve terimin kökeni olan) gerçek bir dil karma dil de var tarihte. Hem de, yine ilginçtir ki, bu toprakların çok aşina olduğu bir dil: Bizde daha çok “Sabir” olarak bilinen “esas” Lingua Franca, 11. yüzyıldan 19. yüzyıla Akdeniz limanlarında, daha çok da doğu Akdeniz’de kullanılıyordu. “Frenk dili” anlamına gelen Lingua Franca, bir “soncul” dildi ve –TDK’nın sitesinin tanımıyla– “Fransız, Provensal, İspanyol, Katalan, Yunan, italyan ve Arap dillerinin karışmasından” meydana geliyordu.
Belli ki ortak bir dil oluşturmak bu bölgenin köklü bir çabasıymış. Ve Blade Runner’ın kentağzından asırlar önce, Akdeniz’in limanağzı varmış!
Elfçe’ye dönersek… Belki fantazya-severlerin lingua franca’sı olmayacak; Tolkien’in kendi bile bu dilleri konuşamıyordu ve zaten herhangi biri tarafından konuşulmak üzere üretmemişti. Tamamen kendi zevki için, kendi deyimiyle “şahsi dilsel estetik ya da beğeniyi ifade etmek üzere” üretmişti. Tabii bu durum, 1970’lerden beri Tolkien hayranlarının Elfçe şiirler yazmasını, dövmeler yaptırmasını engellemiş değil. Hatta, Neo-Quenya söz konusu olduğunda, o dillerden birini alıp geliştirmeye devam etmesini de. Besbelli ki, tanım gereği “ölü” doğmuş diller bile, yeterli sayıda tutkuyla seveni olduğunda, yaşayabiliyor.