Amerika’yı Yeniden Keşfetmenin Faydaları
“Devlerin omuzlarında durmak”…
Muhtemelen çoğumuzun karşısına bir yerde çıkmıştır bu tabir. En meşhur kullanımı, bilim tarihinin hakiki “dev”lerinden Isaac Newton’a ait: 1676’da rakibi Robert Hooke’a yazdığı bir mektupta, “Eğer daha ileriyi görebildiysem, devlerin omuzlarında durduğum içindir,” cümlesini kurmuş Newton.
Çok kullanışlı bir benzetme bu. İnsanlığın birikimini, bir geleneğin parçası olarak keşfetmeyi, üretmeyi, bir “ilerleme yoldaşlığı”na ait olmayı son derece akılda kalıcı bir imgeyle anlatıyor. Bizden önce gelenlerin eserlerini bilmek, kişisel donanımın ve ilerlemenin de, genel olarak o alanın birikimini genişletmenin de mutlak gerekliliği. Bu söz çoğumuzun aklına daha ziyade bilim ve felsefe gibi dalları getirir, ancak edebiyat için de gayet geçerlidir bu. Belki bilimde olduğu şekliyle değil, ama üretende ve üretimde zenginliği, derinliği belirleme açısından. Eski eserler sürekli yenilerinin tohumlarını atar; sadece fikirlerle ve hikâyelerle değil, üslupla da. Bir de tabii, o klasiklerin kendi sırtını dayadığı birikimi aktarmak suretiyle.
Bu yüzden klasik eserleri okumaya devam ettikçe, edebiyatı muazzam bir “konuşma” olarak görmeye başlar insan. Bir eserde çıkmış bir tartışmanın cevabını başka bir eserde buluruz, bir kitapta sorulan bir sorunun cevabına diğer bir kitapta, bir romanda anlatılan hikâyenin devamına diğer bir romanda rastlarız. Bazen de aynı hikâye farklı eserlerde farklı kisvelerde anlatılır.
Evet, edebiyat bu “konuşma”nın tabiatı gereği, aynı hikâyeleri tekrar tekrar anlatmayı da sever. İçindeki soruşturmacının, hoşsohbetin, kâşifin ve hatta yaratıcının “ilerleme”sinin etkili yollarından biridir bu. Nitekim edebiyat tarihine yakından bakınca bir başka eseri tekrar eden, devam ettiren, onun üzerine yorum yapan, ona itiraz eden eserlerle dolu bir âlem görürüz. Hem de üzerine titrediğimiz “özgünlüğün” sandığımızdan çok daha az yaygın ve çok daha az belirleyici olduğunu düşündürmeye başlayacak kadar…
Shakespeare’in eserlerine aşina çoğu okur, bu büyük İngiliz “ozan”ın anlattığı hikâyelerin çoğunun kendi “özgün fikri” olmadığını bilir. Çoğunlukla tarih metinlerinden ve başka eserlerden (mesela, başka oyunlardan) yola çıkarak yazmıştı Shakespeare eserlerini. Romeo ve Juliet’in birkaç selefi vardır –mesela Luigi da Porto tarafından yazılmış Giulietta e Romeo. Gelgelelim “özgün hikâye” Shakespeare’e ait olmasa da, yorumunun gücü ve tesiri sayesinde, ondan beridir artık “Romeo ve Juliet hikâyeleri” denebilecek bir “tür” var! Klasik müzikal film Batı Yakasının Hikâyesi de Isaac Marion’ın genç yetişkin edebiyatından “zombi delikanlı / yaşayan kız” aşk hikâyesi Sıcak Bedenler de bu türe ait.
Goethe’nin Faust’u, bir Alman efsanesinin anlatımıdır, ama ilk anlatım olmadığı gibi, bu konuda yazılmış ilk oyun bile değil! Mesela iki yüz sene kadar önce, Shakespeare’in çağdaşı Christopher Marlowe’un yazdığı bir Doctor Faustus vardı. Yüz elli yıl sonra ise Thomas Mann’ın müthiş düz yazı eseri Doktor Faustus geldi. O zamandan bu zamana nice “Faust hikâyesi” var ve neredeyse her biri “ruhunu şeytana satan adam” hikâyesinin muazzam sayfasına yeni bir not düşerler.
Joyce’un Ulysses’i Homeros’un Odysseia’sının modern bir yeniden anlatımıdır…
Margaret Atwood, Penelopia’da bu destanın kahramanı Odyssesus’un karısının hikâyesine odaklanır…
Jean Rhys ise Geniş Geniş Bir Deniz’de Charlotte Brontë’nin Jane Eyre’inde tavanarasında kilitli tutulan “evin efendisinin eski karısı”nın geçmişine giderek hikâyesini ayrıntılandırır…
Helen Fielding’in yazdığı Bridget Jones’un Günlüğü Jane Austen’ın Aşk ve Gurur’unun ayak izlerinden gider… Aşk ve Gurur ve Zombiler ise detay ve nüans ustası Austen’ın klasiğine yaşayan ölüleri zerkeder!
Philip Pullman’ın çocuklara yönelik nefis Karanlık Cevher üçlemesi, John Milton’ın Kayıp Cennet’ine ilginç bir “ayna aksi”ni oluşturur.
Michael Crichton’ın 13. Savaşçı’sı Ahmed İbn-i Fadlan’ın Seyahatnamesi’nin, Dan Brown’ın Cehennem’iyse Dante’nin İlahi Komedya’sının sıkı öğrencileridir. Dante’nin muazzam baş eserinin kendi bile Thomas Aquinas’ın Summa Theologica’sının izinden yürür –hem de “manzum Summa” yakıştırmasını alacak ölçüde!
Üstelik bu sohbet sadece “büyük metin”lere ya da “temel metin”lere odaklı da değildir; en beklenmedik metinlerin takipçilerini, onlarla sohbete giren başka metinleri bulabilirsiniz. Ve biz bu “yeniden ziyaret”leri ziyaret ettikçe, her yeni metin bize hem daha tanıdık hem de mucizevi şekilde daha engin, daha keşfe –ve tekrar-keşfe!– değer görünmeye başlar.
Zaten “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” tabiri bana her zaman enteresan gelmiştir. Amerika’nın dünya nazarında “keşfedilmiş” sayılması için birkaç kez keşfedilmesi gerekmemiş miydi sonuçta? Öyle ya, kim keşfetmişti Amerika’yı? Oraya çağlar önce giden ilk insanlar mı? Daha sonra (bugünden bir binyıl önce) kıtaya ayak basmış görünen Vikingler mi? Yoksa Vikingler’den yarım binyıl sonra Kristof Kolomb mu? Besbelli “Amerika’yı yeniden keşfetmeye” gerek kalmışken, hikâyeleri tekrar keşfetmek, onların zamanda ve mekânda izlerini sürmek niye gereksiz olsun? Yazar için de, okur için de son derece verimlidir eskinin keşfi ve tekrar keşfi; klasikler, klasikler için bile –hatta belki en çok onlar için– ziyadesiyle mümbit topraklardır…
Stephen Fry ne demişti The Liar romanında, her zamanki nüktedanlığıyla?
“Özgün bir fikir. Çok da zor bir şey olmasa gerek. Kütüphaneler onlarla dolu olmalı.”