Zülküf Dağı
O yaz her şey çoktu. Hava çok sıcak, gökyüzü çok mavi, deniz çok serin, sahil çok kalabalık.
Sabahları erken uyanıp, güneş etrafı kavurmaya başlamadan kasabaya kadar yaklaşık altı kilometre yürüyor, dönüşte kan ter içinde kendimi denizin serin sularına bırakıyordum. Arkadaşım tembelin tekiydi, sabah o saatte kalkıp yürümek, arkasından da deniz daha ısınmadan yüzmek ona göre değildi. Yine de iyi biriydi; ben denizden çıktıktan sonra fırından aldığım sıcak ekmek ve gazeteyle eve döndüğümde çayı demlemiş, beni bekliyor olurdu.
Yazlık sitenin yanında bir otel vardı. Denize girdiğimiz yer aynıydı. Yalnız, otelin şezloglarıyla bizim siteninkilerin arasına geçmeyi engelleyecek dev saksılar yerleştirmişlerdi ve bizimkilerin aksine onların şezlonglarında minder vardı. Yine de otel müdürü ile site yöneticisinin arası iyi olduğundan bizim onların iskeleyi kullanmamıza ve arada denizden çıkınca duş almamıza ses çıkarmıyorlardı.
Otelin iskelesinin tam karşısında küçük bir kulübe yapmışlardı. İki kişi içine zor sığar. Bira, kola, su , ayran makineleri koymuşlar, müşterilerin kâğıt bardaklarda soğuk içecek alması için bir mini bara çevirmişlerdi.
Onu ilk orda gördüm. Bizim sitenin sahilinden denize girip duş almak için onların iskeleden çıkıyor, sonra kızgın kumlara basarak bizim şezlonglara yürüyordum. O, mini kulübenin önünde toplaşan susuz müşterilere yetişmeye çalışıyor; beyaz tişörtü terden ıpıslak görünüyordu. Tek işi bu da değildi. Güneşlenmeye gelen müşterilerin şezlonglarını istedikleri yere taşımak ve üstlerine minder yerleştirmek, onlar kalktıktan sonra minderleri toplayıp brandanın altına kaldırmak da onun göreviydi. Akşamları da herkes odasına dönüp sahil boşalınca, bir hortumla bütün şezlongları yıkıyordu.
Barın önünde kimsenin olmadığı bir sabah kulübenin dışına taşıdığı tabureye oturmuş denizi seyrediyordu. Ne kadar kara, diye düşündüm. Güneşten mi böyle olmuş, yoksa haddinden fazla esmer mi, karar veremedim.
Duş almış, üstümden şıpır şıpır akan sularla önünden geçiyordum ki, “Bir şey içer misiniz?” diye sordu. Bana mı söylüyor, diye şüpheye düşüp etrafıma baktım, çünkü otel müşterileri dışında birine içecek vermesinin yasak olduğunu biliyordum. Bunu arkadaşım söylemişti.
“Ben otelde kalmıyorum,” deyip yoluma devam edecek oldum.
“Biliyorum,” dedi. “Ama yine de bir şey ikram etmek istedim. Hava çok sıcak.”
Geri dönüp, uzattığı kâğıt bardağı aldım. Tam teşekkür edip gitmek üzereydim ki, plastik beyaz sandalyelerden birini çekti.
“Biraz oturmaz mısınız?” dedi.
Islak mayomu değiştirmeye acele ettiğim halde, kabalık etmemek için, gösterdiği sandalyeye oturdum.
“Sitede mi kalıyorsunuz?” dedi. “Her sabah görüyorum sizi. Akşamüstü de arkadaşınızla geliyorsunuz.”
“Evet,” dedim. “Arkadaşımın evinde misafirim.”
Birden önemli bir şey hatırlamış gibi, başındaki şapkayı çıkardı, elini uzattı. “Adım Zülküf benim,” dedi. “Her yaz bu otelde çalışırım. Kışları da memlekete dönerim.”
İsmi bir tuhaf geldi nedense. O yaştaki birine hiç yakıştıramadım.
“Ben de Ayşegül,” dedim, uzattığı elini sıkarken. Elleri sert ve kuruydu.
“Ne kadar eski bir ismin var, dedenin ismini mi koymuşlar?”
Sırf konuşacak bir konu olsun diye saçmalamış, söyler söylemez de pişman olmuştum.
“Yok,” dedi. “Bizim memlekette bir dağ vardır, Zülküf Dağı. Zülküf Peygamber vaktiyle orada yaşamış derler. Aileler genelde ilk oğlan çocuklarının adını Zülküf bırakırlar.”
“Bırakmak?”
“Yani, koyarlar. Biz öyle deriz de…” Bunu söylerken utanıp önüne baktı.
Pot üstüne pot kırdığım için aptallığıma kızıyordum. Bardaktaki kolayı kafama dikip kalkacak oldum.
“Hatta öyle mübarektir ki Zülküf Peygamber, terinin düştüğü yerde çiçeklerin bittiği söylenir,” diye devam etti. “Dağdaki çiçekler yani…”
Söyleyecek bir şey arıyordum. Düşündüm. Benim ismimin de böyle bir hikâyesi olup olmadığını. Bir şey söylemiş olmak için, “Benim adımı da annem koymuş, kızamıktan çocuk yaşta ölen bir arkadaşının ismiymiş,” diye uydurdum. Belki öyle aman aman bir şey değildi ama yine de bir hikâyeydi işte.
“Ne güzel,” dedi. “Bir kola daha içer misiniz?”
“Yok,” dedim. “Islak mayoyla durmayayım şimdi. Çabuk üşütüyorum.”
O da ayağa kalktı.
“Arada uğrayın, bir şeyler için,” dedi. “İkramımız olsun. Hem burada çok sıkılıyorum bazen. Yani bu kadar insanın içinde bile çok sıkılıyorum.”
“Tamam,” dedim. Teşekkür edip bizim sitenin şezlonglarına doğru yürüdüm. Kızgın kumlar tabanlarımı dağlıyordu. Kabine girip aceleyle mayomu değiştirdim.
Yerime döndüğümde, gözlerim Zülküf’ü aradı. Az ötede, kaprisli bir müşterinin şezlongunu gölgeye çekmeye çalışıyordu. Alnından boncuk boncuk ter damlıyordu.
Kumların üstünde açan çiçeklere baktım. Sadece sigara izmaritleri vardı.