Kentin Işıkları
Gece bütün sıcağı ve kasvetiyle bir türlü bitmek bilmiyor. Daracık otel odasının lekeli yatak örtüsü, yuvarlak masadaki kırık kül tablası, duvarda hafif sağa yatmış resim. Geceyi bu odada sonlandırmanın neden olduğu tuhaf bir şaşkınlık ve eğretilik.
Bir süre yatağa uzanıp televizyona, sonra başucumdaki bayat gazetelere boş boş baktım ve uykumun gelmesini bekledim. Yatakta dönüp durmaktan yorulunca, çaresiz kalktım. Işığı açmadan pencerenin pervazına oturdum. Odanın eski parmak izleriyle dolu camından, uyumakta olan bu yabancı kente baktım. Bir yanım buradan bir an önce kurtulmak, diğer yanımsa sonsuza kadar burada kalıp, dışarıda hüküm süren o koyu kıvamlı karanlığa karışmak istiyor.
Sabah telefonda sesimi duyunca şaşırmıştı.
“Şirketin bayilerini ziyarete gelmiştim de, seni de göreyim istedim.”
Bir an sessiz kaldı.
“Çok sevindim. Akşam görüşelim o zaman.” Sesi buruk. Saklayamadığı bir tereddüt. Nereden aklıma geldiyse, “Kitapların duruyor mu?” diye sordum. Belki bir zamanlar oradan başladığımız için.
“Ne tuhaf bunu sorman!” dedi. “Dün hepsini kolilere doldurdum. Okulda kütüphane oluşturuyoruz.”
“Kolileri kapatmadıysan,” dedim, “gelirken bir kitap getirsene. Rastgele bir şey. Eskiden birlikte okuduğumuz.”
Kitaplar onda kalmıştı.
İşlek caddelerden birine açılan sokaktaki tek lokantadaydık.
“Buranın patlıcan dolması güzel olur. İstersen dene,” dedi.
Gece boyunca karşımda değişmeyen, durgun bir gülümsemeyle öylece oturmuştu. Susmuştuk, susmanın bazen insanın içini kanatabilecek sözcüklerin döküldüğü, sakin bir koy olduğunu bilerek. Siyah giysili, kel garson iki kez üst üste sormuştu, başka gelecek var mıydı? Birini bekliyor gibiydik, sanki birazdan üçüncü biri gelip aramıza katılacak, bizi hararetli bir konuşmanın içine çekecekti.
Aramızda sararmış bir kitap. Tomris Uyar, Diz Boyu Papatyalar. Okar Yayınları, bin dokuz yüz yetmiş beş.
“Herhangi bir şey demiştin. Elime ilk bu geldi.”
“Evet,” dedim. “Birlikte okumuştuk.”
Yalandı. Herhangi bir çağrışım yaratmıyordu. Birlikte okuduğumuz kitaplardan biriydi sadece.
Önündeki, eskimiş çatal bıçak çiziklerinin grileşmiş izleriyle dolu porselen tabağa bakıyordu. Çatalını sanki bir şey ararmış gibi, tabağındaki yemekte gezdiriyor, ama bir türlü ağzına götürmüyordu.
Etraftaki masaların çakırkeyif gürültüsü ve neşesine inat, bizim aramızdaki aşılmaz sessizlik sürüyordu. Sanki sözcükler beyaz masa örtüsünün üstünde yenmemiş duran mezelerin arasına karışmıştı da, çiğnenip tükürülmeyi bekliyorlardı. Acıydılar.
Bunca yıl sonra burada bulunuşumuz, aynı masada oturmamız, aramızda duran cildi bozulmuş bir kitaptan medet umuşum, birbirimizin gözlerine kaçamak bakışlar saklamamız çok doğalmış gibi davranıyordu.
İki çingenenin bir türlü doğru notaları bulamadan çaldığı müzik, lokantanın sarı duvarlarına çarpıp içime doluyor, ağzımda kekremsi bir tad bırakıyordu. Gözlerini masanın üstündeki vazoda duran plastik çiçeklere eğdi.
İlk tayin emrinde bu şehre gelmekten nasıl çekindiğini, sonraları da hiç farkına varmadan sevdiğini anlattı.
“Ne kadar aptalmışım,” dedi, sonunda bütün gövdesiyle anlatabileceği bir konu bulmaktan memnun. Parmaklarıyla çiçeklerin tozlu yapraklarına dokundu ve onları soluk bir kırmızıya dönüştürdü.
“Dönmeyi düşünmüyor musun?”
“Neden döneyim ki?” İlk defa gözlerimin içine baktı. “İnsan istedikten sonra her yere, her şeye alışıyor.”
“Peki ya biz?” diyecektim ki, biri klarnet, diğeri keman çalarak masaları dolaşan iki çingene başımıza dikildi. Sözlerim arabesk bir şarkının notaları arasına karışıp gitti.
“Belki birkaç sayfası eksiktir,” dedi, kitabı işaret ederek. “Ama ne önemi var, nasıl olsa yeniden okuyacak değilsin ya!”
Dönmeyecekti.
“Belki okurum,” dedim. “Bazen baştan başlamak lazım.”
“Kalkalım mı?” dedi. “Yarın okul var, çok geçe kalmayayım.”
Birbirimize uzak durmaya çalışarak dışarı çıktık. Hava serinlemişti. Rüzgâr saçlarını dağıttı. Onları kulağının arkasına topladı. Evlerin ışıkları, tepenin eteklerinden yukarı doğru seyrelerek gökyüzüne tırmanıp yıldızların arasına karışıyordu. Ellerim bedenime fazla geliyor gibiydi, koyacak yer bulamıyordum.
Birkaç adım önümde yürüyordu. Kalçasının yuvarlaklığına baktım. Sol kalçasında büyük kahverengi bir et beni vardı. Aldıracağını söylemişti. Acaba duruyor muydu? Bunu asla öğrenemeyeceğimi düşündüm. Kendimi kötü hissettim. İncinmiş, hayal kırıklığına uğramış.
Kollarını göğsünde kavuşturmuştu.
“Üşüyorsun,” dedim.
“Buranın geceleri yazın bile serin olur.”
“İstersen, bir taksiye binelim.”
“Ne gerek var taksiye? İki adımlık yol. Hem, yürümüş oluruz.”
Tepeye doğru, aralıklı evlerin dizildiği karanlık yollardan yürümeye başladık. Lojmanların bulunduğu sokak boyunca uzanan taş duvarın katı serinliğinde tek elimi sürükleyip duruyordum. Diğer elim yolunu kaybetmiş şaşkın bir yolcu gibi omuzumdan aşağı sallanıyordu. Eli, yürüdükçe arada elime değiyor, tuhaf bir tedirginliğe neden oluyordu. Oturduğu lojmanın önüne geldik. Elini uzattı.
“Tekrar yolun düşerse buralara, ararsın.”
Evine girinceye kadar ardından baktım. Kapıda durup penceresinin ışığı yanıncaya kadar öylece bekledim.
Neredeyse sabah olacak. Pencereyi açıyorum, içeriye dingin bir rüzgâr doluyor. Hüzünlü bir beyazlık inmiş havaya. Üst üste içtiğim sigaralar, midemde katranlaşan bir yaranın kabuğunu kaşımış gibi. Çıkmadan önce bir şeyler yesem iyi olur, diye düşünerek camı kapatıyorum. Gökyüzü hafiften uçuk bir maviye dönmeye başlamış. Yatağın üstünde duran kitabı alıp çantama koyuyorum. İçinden, kurumuş bir papatya düşüyor. Neden orada olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Bana bir şey anlatmaya çalışıp çalışmadığını. Sadece, kurumuş bir papatyaya benziyor. Uzaktan göz kırpan ışıklar yavaşça gücünü yitirip teker teker sabaha teslim olurken, odanın kapısını çekip çıkıyorum.