Stavros Palas’ın Meleği
“Bugün işe çıkmasam olmaz mı?” dedim. Ayak sürüdüm. Aldırmadı. “Hiç değilse bu gece, hava bu kadar soğukken? İçeride, gözüne görünmeyeceğim bir yerde beklesem? Çok üşüyorum, bu gece olmaz.”
Balkondaydık. Stavros Palas’ın altıncı katında. Yan yana durmuş, sigara içiyor, sokağa bakıyorduk. Yerdeki beyazlığa. Havada incecik bir kar. “Hadi, üşüdüm,” deyip, arkamdan hafifçe içeriye iteledi. Uzun parmaklarını sırtımda gezdirdi ve, “Korkma uzun sürmez, canımın içi,” dedi. “Bu gece çok müşteri çıkmaz. Hava soğuk zaten. Gitmeden bir de sigara sarıversen o güzel ellerinle.”
Arkamdan kapıyı kapatır ama kilitlemez, perdeleri sıkı sıkıya çeker, sararmış iki parmağının arasına gri-sarı bir duman sıkıştırır. Önündeki sehpaya beyaz leblebiyle rakı. Canımın içiymiş, hah! Her seferinde dua ediyorum, dalaştığı şu heriflerden biri yüzünü gözünü dağıtsa, ben de hiç kımıldamadan seyretsem ya da bir sabah döndüğümde, oturup zıkkımlandığı şu koltukta ölüsünü bulsam, ağzında bir avuç leblebi.
Altı kat merdiveni koşarak inip dışarı çıktım. Karşı kaldırımda taksi beklerken bacaklarımı birbirine sürterek ısınmaya çalışıyorum. Diken diken olmuş tenim siyah ince çorabın altından bile fark ediliyor. Karşımda Stavros Palas. Bin dokuz yüz on üçte mimar Stavros Efendi’nin elinden çıkma tarihi bir han. Şimdilerde, tek göz odalı dairelere bölünmüş. Bir yıldan fazladır son sığınağımız. Artık palaslığı filan kalmamış, üflesen yıkılacak, yolu yanlışlıkla bu dünyaya düşmüş bir harabe. Üç tane kurumuş sardunya saksısıyla aynı kaderi paylaştığımız balkona bakıyorum. Paslı balkon demirlerine. Bakımsızlıktan siyahlaşmış gri taşlara. Çatının altına yerleştirilmiş ve oluklardan sızan suyla yosun tutmuş, kırık melek heykellerine. Sonra onun balkonuna kayıyor gözlerim. Sardunya saksılarının hemen yanında. Uzansam dokunacağım. İki balkon arası bir buçuk metre bile değil.
Yan komşum perdeleri hiç kapatmaz. Adı Eleni. Tuvalin karşısında çıplak vücudunu dile getiren bir kadın. Aylardır her akşam aynı saatte gelen ince bıyıklı bir ressama poz veriyor. Bıyıkları kadar ince, hastalıklı zayıflığıyla ölüye benzeyen genç bir adam. Neredeyse hiç konuşmuyorlar. Adam büyük bir ciddiyetle, kadının az sonra ışıkların arasına hapsedeceği gövdesi için halojen lambaları ayarlıyor. Işık aynı olmalı, ne eksik, ne fazla. Bordo renkli kadife kanepe alev almış gibi görünüyor o aydınlıkta. Kartonpiyerleri dökülmüş yüksek tavandan eski bir pirinç avize sallanıyor. Rutubetten boyası akmış duvarların önünde Eleni üstündekileri çıkarıyor. Boynunda tek sıra bir inci. Stavros Palas tüccarlarının küskün hayaletleri birer birer odaya doluşup onu hayranlıkla seyrediyor. Öyle pürüzsüz, el değmemiş bir görüntüsü var ki! Beni yıllar öncesine, kendi bedenimin bu kadar örselenmemiş güzelliğine götürüyor.
Geçenlerde ressam, elinde büyük bir torbayla geldi. Vizon bir kürk, pırıl pırıl, simsiyah. Kendi elleriyle giydirdi. Eleni kanepeye uzandı, tek dirseğinin üstünde doğrulup, elini yanağına dayadı. Kürkle sakınılmış ama neredeyse saydam bir çıplaklık. Hafifçe omuzundan aşağı kayan kürk, tek göğsüyle karnının mermer beyazlığını ortaya çıkarıyor. Adam, şövalenin arkasında kayboluyor. Diğeri, bir heykel gibi kımıltısız. Havada neredeyse dokunacağın bir şehvet, balkon kapısının aralığından dışarı kadar ulaşıyor. Her seferinde, şimdi sevişecekler diye bekliyorum. Hayır. Elini bile sürmüyor adam. Süresi dolunca çantasını toplayıp gidiyor. Eleni balkona çıkıp arkasından bakıyor. Beni görmüyor bile.
Dün gece resim bitmiş olmalı. İnce ressam eşyalarını topladı. Kürkü ona bıraktı. Stavros Palas’ın ağır demir kapısını zorlukla itip, karanlık sokakta kayboldu. Eleni her geceki gibi balkona çıktı arkasından. Bir sigara yakıp karşıki damların üzerinden uzayıp giden karanlığa baktı ve uzun uzun ağladı.
Ayaz artıyor. Ellerimi göğsümde birleştirip, sırtımı rüzgâra vermeye çalışıyorum. Gözlerimden çipil çipil yaşlar akıyor. Tam o sırada çıkıyor balkona. Üstündeki kürke sımsıkı sarınmış, içindeki çıplaklıktan kaçmaya çalışıyor sanki. Çıplak ayaklarını görüyorum. O anda göz göze geliyoruz. Bir gece kuşunu andırıyor gözleri, karanlık, sert. Tanıyor beni. Balkonda birkaç kez selamlaşmışlığımız var, yan yana sigara içmişliğimiz.
Yıkılacak gibi duran balkon demirlerine iyice yaslıyor gövdesini. Bir sokağa bakıyor, bir saçağın altında titreyen bana. Neden sonra doğruluyor. Elinin tek hareketiyle üstündeki kürkü çıkarıp balkon demirine asıyor. Çırılçıplak öylece duruyor bir süre. Karın aydınlığı beyaz gövdesini yalıyor. Bu haliyle Stavros Palas’ın kırık meleklerinden birine benziyor. Sonra elindeki kürkü aşağıya, bana doğru fırlatıyor ve sessizce içeri girip kapıyı kapatıyor.