Dostoyevski’yi okumak için Rusça öğrenmek
Mütercim tercümanlık bölümlerinde bir prensiptir: Çeviri, ana dile yapılır. Benim gibi çeviri eğitimi almamış ancak bu işi uzun yıllardır yapanlar ise, salt para kazanabilmek için ana dil dışındaki dillere de çeviri yapıyorlar. Her ne kadar ben de pek tercih etmesem de, zorda kaldığım zaman İngilizceye de çeviri yapmak durumunda kaldım. Ana dile çevirmekle, enstrümanları sonradan edinilen ve içkinleşemeyen bir dile çeviri yapmak arasında çok büyük bir fark hissediyorum. Bu fark, olumsuz anlamıyla bakarsak aynı zamanda benim için bir sorundur da. Çözümü ise, sonradan öğrenilen dile karşı takınılacak tavır olsa gerek. Şöyle açıklamaya çalışayım:
Akademik olmayan ve kurs bazında verilen İngilizce eğitimi, rafine bir eğitim. Kuralları, görgüleri ve dilbilgisi kalıplarıyla öğrenilen bu dil, günlük yaşam pratiklerine uyarlanabilecek bir dil kullanımını destekleyebilir. İş toplantılarının, gazetelerin ve hafif meşrep meselelerin içine girilebilecek, bunları dillendirecek ve yazacak kadar bir birikim de sunar. Ancak iş çeviriye geldiğinde, salt yapılan, dil enstrümanları arasındaki bir geçiş değildir; aynı zamanda bir anlatının, bir kültürün ve bir yordamın da aktarımıdır. Bunu okullarda öğretmezler, kurslarda öğretmezler. Bu, sürekli okuyarak da öğrenilmez. Günde sekiz saat tenis seyrederek tenis öğrenemezsiniz; sahaya inmeli, düşüp kaymalı, hata yapmalı ve teorinizi pratiğe dökmek zorundasınız.
Okumak istediğim romanları İngilizceden okumayı tercih etmiyorum. Yazılan her cümlenin, her kelimenin anlamını bilmem gerektiğini düşünüyorum, ancak her kelimeyi bilmem mümkün olmadığı için, İngilizce bir roman okurken sözlüğe de ihtiyacım oluyor. Böyle olunca kitaptan o istediğim lezzeti alamıyorum. Yolda giderken sürekli hız kasislerine takılmışım gibi hissediyorum. Bahsettiğimiz şey de bir gazete makalesi ya da bir sınav sorusu olmadığından, romanları Türkçe okumaya gayret ediyorum. “Her kelimeyi anlamasan da olur, neyin bahsedildiğini bil yeter” gibi kaderci bir anlayışla yaklaşmam mümkün değil.
Okumak böyle, peki edebi bir metni Türkçeye aktarmak? İşte bu da ömrüm boyunca yapmak istediğim, başarmak istediğim şeylerden biri: Çok ciddi bir edebi metni Türkçeye aktarabilmek. Bunun için ayrı bir yeti, ayrı bir özen ve bilgi gerektiğinin farkındayım. Her sözcüğü bilmek de yetmiyor; bozulan dili, bozulan cümleleri ve bunların nasıl ve ne şekilde bozulduğunu da anlamak gerekir ki bunu, aynı şekliyle Türkçeye uyarlayabileyim. Hadi geçtim uyarlamayı ya da çevirmeyi, kitaptan zevk alabilmek için bile bu gerekli. Dilin nasıl doğru kurulduğunu zaten kursalarda öğreniyorsunuz, benim için önemli olan, dilin nasıl bozulduğunu da öğrenmek. Belki bu ikincisi çok daha önemli. “Adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek” minvalinde bir bozulma.
Ana dilimin dışındaki bir metni okurken, o metnin ne anlattığını okuduğum hızla anlamıyorum. Bende yerleşik olan ana dilime ait her türlü simge, o simgenin çağrıştırdığı imge ile birlikte bende içkin olduğu için, düşünme eylemine zaman ayırmadan o simgenin işaret ettiği imgeyi kavrayabiliyorum. Çok çok yeni bir kelime ya da biçim değilse, kendi dilim okuduğum her şey, bendeki yansımasıyla ânında anlama dönüşüyor, beni yormuyor, düşündürmüyor. Sonradan öğrendiğim dilde bir metin okurken, o metindeki kelimeler, benim için sonradan edinilmiş olduğu ve bende yaşam pratiğiyle desteklenen bir içkinlik yaratmadığı için, öncelikle onların, benim algımdaki karşılığını düşünüyorum. İçimde çalışan çok hızlı bir simültane tercüman varmış gibi. Önce dili çeviriyor, sonra anlamı.
Peki hazırlık İngilizcesiyle halledilebilecek bir mesele mi bu? Bana kalırsa hayır. Bu, Londra’nın bir mahallesindeki bakkalın bozduğu dili anlamakla, sokak çocuklarının ürettiği oyunları kavramakla ilgili bir durum. Dili yaşamak değil, dilin doğduğu ülkeyi ve insanları anlamakla ilgili. Çeviri yapmanın ya da sonradan öğrenilen bir dilde yazılmış romanı okuyup ondan tat almanın sadece diller arası araç değişimine bağlı olduğunu sanmak büyük bir yanılgı. Dostoyevski’yi ana dilinden okuyabilmek için Rusça öğrenmeye çalışmak değildir iş; iş, Rusya’ya gidip orada Rusya’yı ve insanları anlamaktır bana göre. Ana dili İngilizce olmasa da insanlar İngilizce roman okuyup çevirebiliyorlar elbette. Ama bunu yapanların hayatlarını ve niteliklerini biraz araştırdıktan sonra, bu söylediklerimde pek de haksız olmayabileceğimi düşünüyorum:
Orhan Pamuk’un kitapları:
Beyaz Kale – Çeviren: Victoria Holbrook
Victoria Holbrook: Ana dili Türkçe olmamasına rağmen, Türkçeyi bu kadar yoğun ve anlaşılamayacak derecede karmaşık kullanan Orhan Pamuk gibi bir yazarın bu kitabını İngilizceye çevirmiş. Kendisi 79 yılında Princeton’dan Fars Dili ve Edebiyatı alanında yüksek lisans derecesi almış, doktorasını da yine burada Osmanlı Edebiyatı üzerine vermiş. Bu arada sürekli İran ve Türkiyeye gelmiş, burada yaşamış. 93 yılından bu yana da Ohia Üniversitesi’nde Osmanlı ve Türk Edebiyatı üzerine dersler veriyor. Kendisi Türk Şiiri üzerine de çalışmalar yapan bir akademisyen.
Kara Kitap – Çeviren: Güneli Gün
Güneli Gün: Ana dili İngilizce olmamasına rağmen, Orhan Pamuk’un bu Türkçe kitabını İngilizce’ye çevirmiş. Kendisi, Türkiye’de doğmuş ancak uzun yıllardır Amerika’da yaşıyor. Aynı zamanda yazar.
Benim Adım Kırmızı – Çeviren: Erdağ Göknar
Erdağ Göknar: Kendisi Duke Üniversitesi’nde Slav ve Latin dilleri üzerinde ders veriyor.
Kar – Çeviren: Maureen Freely
Maureen Freely: Ana dili Türkçe olmamasına rağmen İstanbul’da büyüdüğü ve buralarda yaşadığı için Orhan Pamuk’un, en bilinen çevirmenlerinden biri olmuştur. Kendisi aynı zamanda yazar.
Madem Rus Edebiyatı‘ndan bir örnek verdim, o zaman Rus Klasikleri’ni İngilizce’e çeviren en önemli çevirmen Constance Garnett’i de savımızın en büyük dayanağı olarak buraya taşıyalım. Kimdir Garnett? İngiltere’de Latince ve Yunanca eğitimi alırken, Rus göçmeni arkadaşı aracılığıyla Rusça öğrenmeye başlıyor. Daha sonra Moskova’ya, Petersburg’a gidiyor ve orada Tolstoy ile tanışıyor. Rusça çeviri yapma isteği böyle başlıyor ve bilindik hemen bütün Rus yazarlarının İngilizce çevirilerini kendisi yapıyor.
Elif Şafak, son kitapların İngilizce yazıyor. Bu dilde daha iyi hissedip daha aktardığına inanıyor demek ki. Kendisinin Strasbourg doğumlu olduğunu ve uzun zaman Amerika’da yaşadığını da ekleyelim.
Edebî bir eserin her cümlesini, her kelimesini anlamadıktan sonra, neden ille de asıl dilinde okumak isteyeyim ki, bunu hakkıyla yapabilmek için sadece ham dili öğrenmenin yetmeyeceğini bilerek? Rafine bir dil öğrenimi, bana Dostoyevski’nin roman sanatını hakkıyla anlamamı sağlayacak şansı verecek mi? Ben öyle olmayacağını düşünüyorum. Rusçayı öğrenmek için verdiğim emekten daha fazlasını, Rusya’yı ve Rus insanlarını anlamak için de vermem gerekiyormuş gibi geliyor. Bu anlamda Ergin Altay bana çok daha fazlasını verecektir. Rusça bir roman, Rusya’yı anladığımda güzel olacak, Rusya’yı yaşadığımda anlamını bulacak, Rusçayı öğrendiğimde değil.
Yazıya Ek 1:
Orhan Pamuk’la, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü ilan edildikten hemen sonra yapılan telefon söyleşisinin benim alıntıladığım bir kısmı, 12 Ekim 2006. Söyleşen: Adam Smith, Nobelprize.org’un başeditörü.
[…]
[AS] – Sadece Türkçe mi yazıyorsunuz?
[OP] – Evet. Sanırım İngilizce olarak altı yedi makale yazdım, uluslararası dergilerde, Times Literary Supplement’te, Village Voice’da.
[AS] – Yani herhalde…
[OP] – Ama elbette ben bir Türk yazarıyım özünde ve dilde yaşıyorum. Bir bakıma, ben dilim. Gerçekten, böyle hissediyorum.
[AS] – Doğru, ve sanırım, başka dillerde yakalamanın güç olacağı, Türkçe dile getirebileceğiniz fikirler var?
[OP] – Kesinlikle. Çünkü düşünme iki şeyden oluşur; dil ve imgeler, ve sonra evet, düşünmenin yarısı dildir.
[…]
Kaynak: http://ceviribilim.com