On yedi yaşında bir okur
Yusuf Atılgan benim için her zaman esrarlı biri olmuştur. Çok erken yaşta kitap dinlemeye başlamış, ilkokul 1’den itibaren de kendi kitaplarını kendi okumuş bir çocuktum. Arada sırada çocuk kitapları okusam da (Doğan Kardeş kitaplarını çok severdim), favorilerim büyüklerin yazarları, onların kitaplarıydı. Masallara daha geç başlamıştım. Fazla da uzun ömürlü olmadılar.
Dönemin bütün önde gelen yayınevlerinin kitapları kütüphanede kendine yer bulmuş olsa da, en sevdiklerim M.E.B. (Milli Eğitim Bakanlığı) klasikleriydi. Bir de renkli kapaklı, küçük boylu, çantaya – cebe sığan Varlık Yayınları. Çok severdim, çok. Bu sayede o dönemde kaçırdığım yazar pek olmamıştır.
Ama hepsinin içinde beni kalbimden vuran, siyah nakışlı, adı beyazla yazılı, kırmızısı baskın kapağıyla Aylak Adam olmuştur. 1959 baskısı. Bana sanki daha da gençken okumuştum gibi geliyor ama, on yedi yaşındaymışım. Ne var ki, o 17, bugünün 17’si gibi bir 17 değildi. Bir yıl sonra da “a” dergisi yayınları arasında üç bölümden ve toplam dokuz öyküden oluşan “Bodur Minareden Öte” çıkmış. Ben daha sonra okumuştum. Tamamlanmış ikinci romanı “Anayurt Oteli”nin yayınlanma yılı ise, 1973.
Anayurt Oteli, Ömer Kavur’un filmi ve Macit Koper’in Zebercet performansıyla, görselliğin de baskınlığıyla aklımda kalmış. Gene de, arka fondaki genç ülkenin, Cumhuriyet’in filmde çekinik kaldığını düşünmüştüm. “Aylak Adam” ise, bana aitti. Hiç onu okuyup da benimle konuşan bir akranımı hatırlamıyorum. Ama akranlarımla aynı kitapları okumuş olmazdım zaten. Sonraki yıllarda ise, yaşları genelde benden küçük olan arkadaşlarla zaman zaman konuşmuştuk “Aylak Adam” üzerine.
Olsun, gene de benimdi, öncelikle bana aitti. Madem onca zaman kimse paylaşmamıştı, benimdi. Nobel alana kadar Alice Munro’nun da benim oluşu gibi. Zaman zaman Atılgan’ın kahramanı C. ile mukayese edilen Holden Caulfield’in başlangıçta olduğu gibi. J.D. Salinger’ın kitabı “Catcher in the Rye”, “Aylak Adam”dan sekiz yıl önce yayınlanmıştı. Onu okuduğumda daha küçük yaştaydım. Ayrıca önce İngilizce’sinden okumuştum. “Aylak Adam” hakkında yazanların kimi, Holden’i seven gençlerin C.’ye aynı ilgiyi göstermediğini söylüyor. Eh, bu biraz Ursula K. LeGuin gibi bir ustanın, Harry Potter’ın okulu Hogwarts’ün gördüğü ilgiye gocunup, “Yerdeniz”de aynı adlı adada kurulu kendi büyücü okulu Roke’tan söz etmesini hatırlatıyor bana. Kısacası: aynı şey değil. Holden, bizim yaşıtımız sayılır. Harry ise neredeyse torunum yaşındaydı, o başka. Hem ben Roke’takilere hep başka gözle bakmışımdır. Daha büyük, daha karanlık. Üstelik Ged bütün fantastik edebiyatta en sevdiğim karakter olduğu halde..
Kendisine bir ad bile takılmayıp tek harfte kalan C. ise, bizden büyüktü elbet. Ama uyumsuzdu, ki bu da onu bir anlamda ruhdaşımız yapıyordu. Dört bölümden/mevsimden (kış, ilkyaz, yaz, güz) oluşan kitabı, “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi,” diye başlıyordu. “İçimdeki sıkıntı eridi.” Toplumla, alıştıkları şeylere meftun, hep onlardan bekleneni yapan sıkıcı insanlarla alışverişi olmayan C., kendisine uygun, seveceği bir kadın bulmaktan umudunu kesmemişti. Önce genç bir ressamla, Ayşe ile birlikte olmuştu. Sonra da süsü püsü sevmeyen Güler’le. Oysa benim aklımda o kitabın kadın kahramanı hep, bir türlü denk düşüp de C. ile karşılaşamayan, tanışamayan B.’dir diye kalmış.
Arkadaşı Sadık’ın atölyesine giden, poz veren, kahvehanelerde oturup, acıkınca önünde olduğu lokantaya dalan, sokaklarda dolaşan, sevmediği babasından kalan emlâkin geliriyle rahatça geçinen C., bir türlü doğru tahminde bulunamaz. Aradığı kadınla (muhtemelen) karşı karşıya olduğunu anlayamaz.
Hem de hep onu aradığı halde:
“Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi.” Ağacami’nin önünde onu görür mesela. “Başı açık bir kız duvara tutunup yere tükürdü. Görünen yanağı sapsarıydı. “Kusacak bu.” Kız uzaklaştı. “Gidip konuşsam…” Gitmedi.”
Ama benim içimi en acıtan ‘neredeyse’ karşılaşma, Güler’i tanımasıyla sonuçlanandır. C. gene insanları süzer. Beklentilerine uyuyorlar mı diye bakar. Köşede iki kız durmuş, konuşur. “Ayakkapları topuksuzdu. Bak bu iyiydi. Yoksa?.. Yüreği çarptı. Birinin yağmurluğu devetüyü, öbürününki açık maviydi. İşte ayrılacaklardı. İçinden bağırdı: “Haydi, el sıkışın!” Kızlar öpüştüler.”
Kahramanımız yerinden fırlar ve köşede bir an durduktan sonra gene yanılır. “Açık mavili B. idi. Onun arkasından gitseydi hikâye bitecekti. Ama o Güler’le gitti.” Küçükken gittiği Disney filminde küçük karaca annesini kaybedince koltuğa fırlayıp “Bambi! Bambi! Annen orda!” diye bağıran arkadaşım gibi bağırasım geldi: “Maviliyle git, açık maviliyle!”
C., tıpkı yazarı gibi, sinemayı seviyordu. “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor,” diye düşünüyordu. “Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor.” O zamanki adıyla Sinema Günleri’ni hiç kaçırmayan Yusuf ağbiye yakışan bir karakter.
“Ağbi” dedim de, ağabeyin bu çok uygun kısaltılmışını “Abi”ye çevirmekten hep kaçınmışımdır. Ece ağbinin “Şiirimiz mor külhanidir abiler,” demesine rağmen. Onun için de K24’ün iyi hazırlanmış Yusuf Atılgan dosyasında Oğuz Demiralp’ın kuşkusu çok gönlüme yatkın gelmişti. ““Bilmiyor musun” yanıtını alırım diye, “Ağbi mi demek doğru, yoksa abi mi?” diye soramadım gitti. Cesaretimi toplayıp soramadan, gitti.” Ah, o toplanamayan cesaretler…
Yusuf ağbim, 9 Ekim 1989’da bu dünyadan ayrıldı. Belki gene otuz yıl kaldığı, çiftçilik yaptığı, Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne çekilmiştir, kim bilir.