Beat, daima ayakta!
Yıllar önce, Beat Kuşağı’nın yer yer hakkını verse de pek de ciddiye almayan bir yazarın değerlendirmesini okumuştum. Kendisi doğuştan muhafazakâr olduğu için olsa gerek. Kuşağın yazarlarının aleyhinde malum şeyleri söyledikten sonra, “Bir de genç ve yakışıklıydılar, tabii,” diye eklemişti. Oluyor ne yazık ki! Jack Kerouac’ın fotoğraflarına bakıyorum da, hep yakışıklı kalmış. Kırk yedi yaşında ölen biri için şaşılacak bir durum değil.
William S. Burroughs ve Allen Ginsberg ile Beat Kuşağı’nın kurucularından biri olan Jack Kerouac, çılgın yardakçısı Neal Cassady ile Amerika’yı bir baştan bir başa dolaşırdı – Kerouac’ın ikinci romanı On the Road / Yolda’nın meşhur ettiği bir yolculuk. Bir yandan da yazardı. Kaybolup gitmesin diye kitabı tek tek sayfalara değil, bir tomara yazmayı tercih etmişti. Ama sonunun “kaybolması”nı engelleyememiş. Bir köpeğin yediği söyleniyor. Indiana Üniversitesi’nde kitabı muhafazayla görevli Jim Canary, “Tomarın sonu yok, pürtüklü bir kenar kalmış,“ diyor. “Jack oraya, Patchkee diye bir köpek tarafından yendi, diye yazmış” – Lucien Carr’ın koker spaniyeli…
Peki nasıl oldu da, Beat Kuşağı yazarlarının eserleri bugünü buldu? 1950’lerin sonunda aklı başında hiç kimse, 2008 yılında onların hâlâ bir cazibe merkezi olacağını hayal etmezdi. Edebiyat eleştirmenleri, onlara “müstehcen” yazarlar ve “kültür barbarları” diye hüküm giydirmişti. Pek çok yorumcu, onlara bir başka moda gözüyle bakıyordu, Hula Hoop modasının edebi eşdeğeri gibi bir şeydiler sanki ve kaderlerinde unutulmak vardı.
Ama yokmuş işte. Başlangıçtaki değerlendirmenin 2008 yılında yazılmasının nedeni ise, Yolda’nın yazılışının İngiltere’deki 50. yılının kutlanması. Ekibe pek de muhabbetle yaklaşmayan yazar, bunca yıl sonra Beat’e duyulan ilginin, hem orada hem de ABD’de artmasına şaşırmış gibi. Kerouac ile William Burroughs’un birlikte yazdığı bir polisiye, And the Hippos Were Boiled Alive in Their Tanks / Ve Hippopotamlar Tanklarında Haşlandılar o sıralarda ilk kez yayımlanmış. Okullarda, Burroughs ve Kerouac ile Beatler ve Post-Beatler üzerine sergiler, konferanslar gırla gidiyormuş.
Tomara gelince, Jim Canary’ye göre Jack dakikada yaklaşık 100 sözcük yazarmış. Daktilosuna normal kâğıtları takıp çıkarmak da vakit alıyor, onun meşhur akışına sekte veriyormuş. Bu sebeple, bir tomar kâğıt alıp ona yazmakta karar kılmış. Üç haftada yazmış.
Onun vasiyet hükümlerini yerine getiren kişi olan akrabası John Sampas’a göre ise, bu üç hafta meselesi onun yarattığı bir efsane. Talk show sunucusu Steve Allen ona Yolda’yı yazmanın ne kadar sürdüğünü sorunca bu cevabı vermiş. “Bu cevap da oturup hepsini üç haftada yazdı sanılmasına yol açtı,” diyor Sampas. “Bence Jack, ‘Üç haftada daktiloya çektim’ demeliydi.”
Kerouac uzmanı Paul Marion da aynı fikirde. “Oturup hiç düşünmeden, kendiliğinden yazan biri olduğu efsanesini yarattı. Oysa doğru değil bu. Yazmaya ve yazma sürecine bağlı, müthiş bir zanaatkârdı aslında.” Marion’a göre, Yolda üzerinde çok çalışmış; önce kafasında, sonra 1947-1949 arasındaki güncelerinde ve nihayet daktiloya çekerken.
John Sampas’a göre ise, 1951-1957 arasında, yazdıklarını editörlere kabul ettirmeye çalışırken altı müsvette yapmış. Jack, yol arkadaşı, Beat yazarı Neal Cassady’ye 1951’de yazdığı mektupta, bir başka yayıncının daha kitabı geri çevirdiğinden şikayet ediyor ve ajan aradığını söylüyor. O ajanı nihayet Sterling Lord’un şahsında buldu. Lord, Kerouac’ın sıradışı anlatışının ve anlattıklarının hemen etkisinde kalmıştı. Gerçi kitabın bu kadar satacağı aklından bile geçmemiş ama yazarının çok önemli bir yeni ses olduğunu ve mutlaka duyulması gerektiğini düşünmüş.
Aynı fikirde olanlardan biri de, Viking Press’in danışmanlarından, yazar ve editör Malcolm Cowley. Ancak onun bile çekinceleri varmış. Yayınevine verdiği raporda “Hatalar” başlığı altında şöyle diyor: “En iyi bölümlerden bazıları, kitabın ‘müstehcen’likten dolayı toplatılmasına yol açar. Ama bence, burada yayımlanması gereken bir kitap var.” Viking gene de kitabı reddetmişti. Kerouac 1954 Mayıs’ında Allen Ginsberg’e yazdığı bir mektupta, yayıncı için, “Dört parçamdan birinin üstünde oturuyor,” demişti. “Geri kalanların hepsi de okunmamış halde, toz tutarak, ajanımın çekmecelerinde duruyor. Neye yarar ki?”
Sonunda, kitaptan bölümler Paris Review’da yayımlandı. Yayınevlerine genç, yeniliğe açık editörler geldi ve Viking kitabı yayımladı. Malcolm Cowley kitabın editörlüğünü yapmayı kabul etmişti. Bir şart koşmuşlardı: Kerouac’ın düzeltmeleri kabul etmesi ve karakterlerinden izin alması. Sonunda Kerouac, onların adlarını değiştirdi: Cassady’nin adı Dean Moriarty oldu, Allen Ginsberg’inki Carlo Marx diye değişti. Jack Kerouac da kendine Sal Paradise adını uygun buldu.
Viking, yeni yazarına 900 dolarlık bir avans teklif etti. Kerouac’ın ajanı Lord bunu 1000 dolara çıkarttı. Ancak Viking, yazar parayı çarçur eder diye 100 dolarlık taksitlerle verme şartı koştu. “Jack’ın umurunda bile değildi,” diyor Lord. “Artık bir yayıncısı vardı.” 1957’de, basılmış bir kitabı da oldu. O sıralardaki sevgilisi Joyce Johnson, “Jack kimsenin tanımadığı biri olarak uyudu, şöhret olarak uyandı,” diyor.
Doğrusu, “kıyamet koptu” dense yeridir. Bu sayede, hem onunla hem de William S. Burroughs, Allen Ginsberg, Herbert Huncke, ve Edie Parker gibi çağdaşları ve arkadaşlarıyla pek çok söyleşi yapıldı. Onların ve Beat Kuşağı’nın adı duyuldu.
Ben şahsen, Beat Kuşağı’nın hiçbir zaman ölmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü kökü isyanda ve gençlik de, doğası itibariyle asidir. En azından bir kısmı, yoksa çağımızın gençliğinin büyük çoğunluğu Beat Kuşağı’nın doğduğu konformist devrin gençliğinden çok farklı. Gene de başta din olmak üzere kimi alanlarda, hatta sağlıkta bile fanatizmin yükselmesi, belki Beat Kuşağı’na rağbeti arttırmıştır. En azından, Çıplak Şölen’i bu sefer Algan Sezgintüredi gibi iyi bir çevirmenin kaleminden okuduk.
Öte yandan, bu kuşak yeniden keşfedilmese bile, kimi insanları etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Hele hele bu popüler kültür çağında, o kültürün doğrudan doğruya karşıtı olan Beat’cilerin de kendine taraftar bulacağından eminim. 20. yüzyılın en büyük kültürel akımlarından birine öncülük ettiler. Genel ve derin bir etkileri olmasa da, halen dünya edebiyatını etkiliyorlardır mutlaka.
Burroughs ve Kerouac ile Ginsberg, bu kuşağın babalarıdır. Allen Ginsberg’in Howl (Uluma-Çığlık, 1956), William S. Burroughs’un Naked Lunch (Çıplak Şölen-1959) ve Jack Kerouac’ın On the Road’u (Yolda, 1957) bu kuşağın belli başlı kitaplarıydı. Çok sevilip izleri sürüldüğü gibi, yerden yere vurulmuşlar, yazarları mahkemelere verilmiştir. Savundukları özgürlük, kimilerine biraz fazla geliyordu çünkü. Etkileri ise inkâr edilemez. Bence, tutuculuk kaldıkça, yasaklar kaldıkça (ki, hiç biteceğe benzemiyorlar) Beat Kuşağı’nın etkisi de şu ya da bu ölçüde sürecek.