Kuşçu Selim
O gün işlerin ters gideceği daha başından belliydi. Gece bizim kafadarlarla üst üste iki film izleyip sabaha karşı uyuduğumuz için, saatin alarmını susturup uykuma kaldığım yerden devam etmişim. Klinikten merak edip aradıklarında uyandım. Geçen hafta işe alınan ve cümlelerin son kelimesinin son hecesini çeke çeke uzatıp söyleyen ama Allah için bacakları güzel olan sekreter telefonda, uykulu kulaklarıma şakıdı:
“Nerdesiniiiiz? Gülay Hanım’ın kedisinin kısırlaştırma ameliyatı vaaar.”
Saate baktım, bir saat kalmış. Apar topar giyinip çıktım. Zaten pazartesilerden oldum olası nefret ederim; daha uyandığınız anda koskoca bir hafta önünüzde dağ gibi dikiliverir.
Yolda arabayı durdurup, uyanabilmek için kahve aldım. Sabahları elinde dumanı tüten kâğıt bardakta kahveyle işe gelmek son zamanlarda çok havalı oldu. Tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi.
Kliniğe vardığımda, Gülay Hanım çoktan gelmişti. Kadında renk beniz atmış.
“Heyecandan bütün gece uyuyamadım,” dedi. “Samur’a bir şey olmaz, değil mi?”
Kadının halini gören, kedi değil de kendisi kısırlaştırılacak sanır.
Gülay Hanım’ı sakinleştirdikten sonra önlüğümü giydim. Kızlardan biri gelip masayı hazırladı. Tam aletleri çıkarıp dizmiştim ki, telefonuma mesaj geldi. Baktım Sibel. “Aşkolsun aşkım, yine mi unuttun?” diye yazmış.
Aklımı ne kadar zorladıysam da, neyi unuttuğum ancak Samur’u bayıltırken aklıma geldi. Tabii ya, bugün Sibel’in doğum günüydü!
Üç senedir birlikteydik ve ben üçüncü keredir kızın doğum gününü unutuyordum. Ameliyatı bitirip Samur’un baba olma hakkını tamamen elinden aldıktan sonra, Sibel’in mesajına yanıt verdim.
“Hiç unutur muyum aşkım. Sürpriz için akşamı bekliyordum.”
Sibel’in uzun süredir bir papağan almak için başımın etini yemesinden hareketle, en uygun sürprizin akşam elimde kafes içinde papağanla karşısına dikilmek olduğuna karar verdim. Ne tuhaf sevgilim vardı? Her kadın gibi şöyle tüy yumağı bir kedi veya köpek istese ne olurdu sanki? Şimdi işin yoksa, nereden papağan alacağını düşün dur.
Sekretere öğleden sonra herhangi bir randevum olup olmadığını sordum. Defterine uzun uzun bakarak, “Yok, veteriner Beeey,” dedi.
Aklıma bizim fakülteden eski bir arkadaşım gelmişti. Selim. Herkesin bildiği adıyla Kuşçu Selim. Üçüncü sınıfta veteriner fakültesini bırakıp egzotik kuşların peşine düşmüş, önce ünlü bir ithalatçının yanında çalışmış, sonra da kendi şirketini kurmuş, diye duymuştum. İstanbul’da kuş, Selim’den sorulur, diyordu herkes. Haliyle papağan alacaksam en kralını bulacak kişi de olsa olsa Selim olurdu.
Bir arkadaşı arayıp işyerinin adresini ve telefonunu öğrendim. Eminönü’ndeymiş. Hazır oraya gitmişken, klinik için toptancılara uğrayıp biraz aksesuar filan da alırım diye ortak kullandığımız minibüsü istedim. Sıkışık trafikle boğuşarak Eminönü’nün yolunu tuttum. Sora sora Selim’in mağazayı buldum.
Aradan kaç yıl geçmiş, ilk görüşte tanımadı beni.
“Yaşlanmışsın moruk,” dedi. “Neler yaptın bakalım bunca yıl?”
Envai çeşit kuş cıvıltısı arasında, fakülteden sonraki hayatımın kısa bir özetini geçtim. Gerçi anlatacak çok da heyecanlı bir şey yoktu ya. Yüzünü ekşitti.
“Of be, çok sıkıcı!” dedi. “O kadar oku et, gir bir kliniğe çalış, sonra da şansın yaver giderse kendi kliniğini aç. Ya da mama üreten şirketlerden birine kapılan. Bunun nesi heyecanlı?”
“Belli bir yaştan sonra heyecan değil ekmek parası peşinde koşuluyor,” dedim. “El mahkûm.”
Etrafımızdaki kafesleri işaret etti. “Şunların güzelliğine bak. Hiçbir yerde bu kadar çeşidi bir arada göremezsin. Bizzat gidip dört bir yandan topluyoruz.”
Neden geldiğimi anlattım. Birlikte en afilisinden bir papağan seçtik. Güzel bir kafese koydu. Aslında hatırı sayılır bir paraydı, ama benden yarısını aldı.
Tam çıkarken de, kapıdaki minibüsü gördü. Sesini alçaltıp, “Bak şimdi başka bir iş var,” dedi. “Bizim de böyle büyük bir araca ihtiyacımız var. Ortak yapalım mı?”
Böyle esrarlı havalara girmesi ilgimi çekmişti. Yeniden içeri girdik. Meğerse, kuş olayı göstermelikmiş. Asıl bazı zengin işadamlarına, mafya babalarına filan, büyük paralar karşılığında, kaçak olarak vahşi hayvan getiriyormuş.
“Vahşi hayvan derken?”
“Bildiğin vahşi hayvan işte. Aslan, kaplan, leopar gibi.”
Şimdi de Bulgaristan’dan kaçak mal getireceklermiş. Mal dediği, aslan yavrusu. Benim minibüs çok iş görürmüş. Bunun sonucunda elime geçeceğini söylediği para benim klinikte bir ayda kazandığımdan çok daha fazlaydı.
“Hadi be moruk,” dedi. “Korkacak bir şey yok. Tereyağından kıl çeker gibi halledeceğiz.”
Baktım kendinden çok emin konuşuyor, demek korkulacak bir şey yok, diye düşündüm. Gelecek hafta bir iş uydurup klinikten minibüsü alacak, Selim’le birlikte Bulgaristan’a gidecektim. Alacağım para bir yana, işin heyecan kısmı da vardı. Minibüsünün arkasında kaçak aslan taşımak öyle her kula kolay kolay nasip olmazdı.
Sibel’i o gece önce mütevazı bir yerde yemeğe götürdüm, sonra da Doruk adını koyduğu yeni papağanıyla baş başa bıraktım.
Daha eve varır varmaz aradı. “Ama aşkım bu hiç konuşmuyor ki…”
“Papağanlar doğuştan konuşmaz canım,” dedim. “Ona konuşmayı sen öğreteceksin. Basit kelimelerle başlayabilirsin. Örneğin, bir isim koy, ismini öğret.”
Bayağı bozuldu. Anlaşılan papağanı, şöyle karşılıklı oturup mahalle dedikodusu yapabileceği bir hayvan sanmış.
Ertesi hafta kararlaştırdığımız günde, söz verdiğim gibi sabah saat sekizde Selim’in evinin kapısındaydım. Birlikte güle eğlene yola çıktık. Sınırdan geçmeden önce Edirne’de mola verip köfte yedik.
Sibel aradı. İki gözü iki çeşme ağlıyor.
“Aşkım,” dedi, “bu hayvan adını öğrenemedi. Dorik, deyip duruyor.” Meğer, Sibel evde yokken temizliğe gelen kadın bütün gün öyle seslendiği için hayvan da ona alışmış.
“Esma’yı işten çıkaracağım,” dedi. “Türkçeyi doğru dürüst konuşan birini bulacağım.”
Sibel’i, Esma’yı işten çıkarmak yerine, papağana daha kolay bir isim bulması konusunda ikna edip yolumuza devam ettik.
Sofya’yı geçtikten sonra dağ bayır bir yerde adamlarla buluştuk. Bir değil iki aslan yavrusu getirmişler. İkisi de ayrı ayrı kafeslerde. Onları görünce ilk defa, başımızı ağrıtabilecek bir işe bulaştığımızı anladım. Ama artık dönüşü yoktu. Kafesleri arkaya yerleştirdik ve gerisingeri yola koyulduk.
“Sınırdan geçerken ya kükrerse bunlar?” dedim.
“Yok be,” dedi. “Yavru daha bunlar. Hem, sınıra yaklaştığımızda hafif bir sakinleştirici ilaç vereceğim. Mışıl mışıl uyur yavrucaklar.”
Dediği gibi de yaptı. Aslanlar minibüsün kapalı bölmesinde derin bir uykuya daldı.
Ne var ki, sınırda işler umduğumuz gibi gitmedi. Polis bir şeyden şüphelenmiş olacak ki, arama yaptı ve biz de, yurda kaçak vahşi hayvan sokmak suçundan nezareti boyladık.
Selim’in öğrettiği şekilde, bu olaya dahil olmadığımı, minibüse aslanların benden habersiz konulduğunu iddia ederek işin içinden sıyrılmam bir haftamı aldı. Üstelik, minibüsü böyle bir suça alet ettiğim için de, çalıştığım klinikten çıkarıldım. Yeni bir iş aramaya başladım.
Anlaşılan, Selim bunlara alışıktı. Benden birkaç gün sonra araya adam soktu ve salıverildi.
Çıkar çıkmaz beni aradı. Durumu anlattım. “Boş ver iş aramayı filan,” dedi. “Gel birlikte çalışalım. Bir talihsizlik oldu. Her zaman olacak değil ya!”
“Aslanlara ne oldu?” diye sordum.
“Onlar artık devlet malı,” diye güldü. El koyup, hayvanat bahçesine yollamışlar.
Başıma gelenler yüzünden Sibel’le de aram bozuktu. Eve dönerken uğradım. Baktım, yüzü gülüyor. Belli ki, olanları unutmuş.
“Hayrola?” dedim.
“Haklıymışsın aşkım,” dedi. “Yeni adına daha çabuk alıştı.”
Ben daha yeni adını sormaya fırsat bulamadan, hayvan kafesin içinden bağırmaya başladı.
“As-lan. As-lan. As-lan.”