Doktor ve Canavarı
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı 200 yıldır hayatımızın bir parçası. Kimine göre bir “korku” klasiği, ki gerçekten öyle. Kimine göre de sadece bir canavar hikâyesi. Doğrusu, iş o kadar basit değil.
Mary Shelley, adı üstünde, kitabın yazarı. Bunun da korkutucu yanını inkâr edemeyiz. Ancak, ona kitabı yazma kararını verdiren gecenin hikâyesi de, Romantizm çağının cilasıyla sinemaya uyarlandığında, eskilerin (yani bizim) “ismiyle müsemma” dediği cinsten bir film olmuştu. Tam tamına adı gibiydi: “Gothic / Gotik”. Sonra sinema, sahne ve TV ekranını dolaştı. Hem de defalarca! Her şey 1910’daki kısa filmle, çığlıklarla başlamıştı: “Canlandı! Canlandı!” Ama herkesin aklında asıl kalan 1931 yapımı, Boris Karloff’lu “Frankenstein”dır. James Whale’in yönettiği filmde, yazar Mary Shelley’nin adı Mrs. Percy Bysshe Shelley olarak geçiyordu. Starı ise Karloff’tu elbette.
Tıpkı, kitaba daha sadık olan “The Bride of Frankenstein / Frankenstein’ın Nişanlısı” gibi. Canavar, bir eş istemişti. Yazarının adı, bu filmin jeneriğinde ise, Mary Wollstonecraft Shelley’ydi. Derken Christopher Lee geldi. 1957 yapımı “The Curse of Frankenstein / Frankenstein’ın Laneti”nden itibaren canavarı üstlendi. Onun “yamalı insan”ı da akıldan çıkmaz. Karloff makyajının hakkı alındığı için, daha da korkunç bir canavardır.
Bir makyaj dehasının, Jack P. Pierce’in de katkısıyla, birbirini andıran Frankensteinlar birbirini izliyordu. Pierce gelmiş geçmiş en iyi makyaj sanatçılarından biri, işinde gerçek bir öncüdür. Yaptıkları hem seyircileri, hem de bir sonraki kuşak makyaj sanatçıları ile canavar yapımcılarını etkilemiştir. Belli başlı filmlerindeki canavarlar arasında, Drakula, Mumya ve Kurtadam vardı. Bir de, 1932 yapımı “Frankenstein” ve 1935 tarihli “Bride of Frankenstein”.
Peki Frankenstein genellikle kullanılan adıyla, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı mı gerçekten? Yalnızca ve yalnızca onun mu? Pek sayılmaz. Aslında yukarıda sözünü ettiğimiz film, “Gothic”, buraya girmeli. Victor Frankenstein ve yarattığı canavar ilk kez 200 yıl önce Mary Shelley’nin romanı Frankenstein’da ortaya çıkmıştı. Yani onu çeşitli şekillerde yorumlayabilirsiniz. Cadılar Bayramı kostümlü bir yaratık, klasik bir Hollywood canavarı ya da romandaki karmaşık karakter.
Mary Wollstonecraft Shelley (kızlık adı Godwin), 30 Ağustos 1797’de Londra’da doğdu. Annesiyle babası tanınmış entelektüellerdi: Yazar ve filozof William Godwin ile kadın hakları eylemcisi Mary Wollstonecraft. Ne yazık ki, o doğduktan birkaç gün sonra annesi öldü. Çocukluğu mutlu geçti ama babası bir süre sonra Mary Jane Clairmont ile evlenince tatsızlık çıktı. Neyse ki küçükken duygularını yazarak deşarj olmaya alışmıştı.
Mary on yedi yaşındayken babasının evli ahbabı Percy Bysshe Shelley ile gizli gizli buluşmaya başladı. Babası ilişkiden haberdar olunca bitirmeye çalıştı, başaramadı. 1814’te çift, Mary’nin üvey kardeşi Claire Clairmont ile Fransa’ya gitti. Sonbaharda para suyunu çekmişti, eve döndüler. Üstelik Mary zor bir hamilelik geçiriyordu. Rivayete göre o hamileyken Percy de Claire ile ilişki kurmuştu. Ama bunlar kesin değil, çünkü Mary’nin güncelerinde çok eksik var. Bilinen, kızının iki ay erken doğduğu ve birkaç hafta sonra öldüğü…
Buradan sonrasını belki de “Gothic”ten takip etmek gerek. Lord Byron ile birlikte yağmurlu bir yaz geçirdiler. İçeride kalıp eski hayalet hikâyeleri okudular, yenilerini yarattılar. Mary öyle gergindi ki bir şey yazamıyordu. Ama bir akşam, elektrik şoku ile canlanan bir ceset göründü gözüne. İlham geldi ve edebiyat tarihinin en müthiş eserlerinden birini yazdı. Sadece 500 nüsha basıldı, Mary’nin adı konmadı, isimsiz olarak çıktı, William Godwin’e adandı. Percy Shelley imzalı bir önsözü de vardı. Kitap iyi karşılanmadı, esas olarak konusu yüzünden. Hele bunu bir kadının yazdığı duyulunca, bütün bütün tepki uyandırdı. Frankenstein’ın üçüncü versiyonu ise 1831’de basıldı, Mary Shelley bu baskıda muhafazakâr idealleri de göz önüne aldı ve “Frankenstein” zamanla bir klasik oldu.
Onun nasıl yazıldığını anlatan “Gothic” ise, yönetmeni Ken Russell ve oyuncularıyla ilgi çekti. Gabriel Byrne (Lord Byron), Julian Sands (Shelley), Natasha Richardson (Mary Shelley), Myriam Cyr (Claire Clairmont) ve Timothy Spall (Dr. Polidori). İnsana hayaleti hatırlatan elbiseleriyle, nefis mekânıyla, ışığıyla zaten çok sevdiğim bir filmdir. Bu kadarla da kalmadı, Frankenstein filmleri, bazen kahramanın adıyla, bazen bambaşka isimlerle birbiri ardınca yaratıldı, Scooby-Doo’ya gelip dayandı. Bugün toplam 150’yi aşan Frankenstein’lı ya da ondan esinlenmiş film, kitap, resim, çizgi roman, vb. var.
Şimdi de 200. yılındayız işte ve doktor ile canavarını kutluyoruz. Bende en derinden yer etmiş olan film, Boris Karloff yapımlarıyla birlikte, Kenneth Branagh’ın yönettiği “Mary Shelley’s Frankenstein / Mary Shelley’den Frankenstein”dır. Steph Lady, kitaptan senaryoyu uyarladı. Branagh, doktoru kendi oynadı, Frankenstein’ı ise bu filmdeki hiç unutamadığım performansıyla Robert De Niro.
Şimdi Shelley’nin canavarını iki yüzyıl sonra kutlarken, hatırlarken, şöyle ana başlıklar dikkati çekiyor: “Frankenstein 200: Tehlike ve Potansiyel”. Acaba yaratma isteği ve sorumluluk etiği, yapay zekânın hızlı tempolu gelişimiyle ne ölçüde bağlantılı? Aslında Mary Shelley’nin, anlamsızca önüne her çıkanı öldüren birini yaratmak gibi bir niyeti yoktu ama, böyle bir yorumun filmler açısından makbul sayılacağı da reddedilemez.
Peki, Frankenstein’ın şimdiki durumu ne? Barry Langford 2015 yapımı, Sean Bean’li bir dizi yönetti: “The Frankenstein Chronicles”. 2010’dan bu yana başka dizilerde de kendine yer bulmuş. Ama 1980’lerde insanın yarattığı adam fikri, korkudan bilimkurguya doğru ilerlemişti. Şimdi ise siborglar, robotlar, Prometheus eski canavarların yerini aldı. Ancak en önemlisi, bu yılki kutlamalarda, bilim insanlarının sorumluluğu ve yapay zeka meselelerinin, ciddiyetlerine yakışır şekilde ele alınması.