Bir Avrasya Maratonu izlenimleri

Bir Avrasya Maratonu izlenimleri

Ali Ünal
24 Şubat 2012

Sabah yedi buçukta İnönü Stadı’nın önünde olmamız gerektiği yazıyordu bize verilen maratona katılma şartları el kitapçığında. Saat altı buçukta kalkıp, giymem gerektiği söylenen eşofmanlarımı giydim ve dört çengelli iğne ile yakama tutturacağım numaramı da alıp yola çıktım. Sokaklarda, caddelerde, numaraları göğüslerinde takılı benim gibi onlarca insanı göreceğimi ve hiçbirini tanımasam bile, ortak bir iş yapacak oluşumuzun verdiği güvenle birbirlerimize günaydın diyeceğimizi düşünmüştüm ama hiç de öyle olmadı.

Çok sessizdi Beşiktaş. Atkılarıyla, numaralarıyla evlerinden çıkan mutlu gülümseyen turşucu aileler yoktu. Ellerinden kollarından tutarak tüm mahalle esnafının birlikte şarkılar söylediği ablalar, kardeşler yoktu. Bu filmi izlemeye kimse gelmiyordu demek. Bir ürkeklik gelmişti üzerime. Yalnızlık tedirgin etmişti beni. Numaramı da bu yüzden takamamıştım. Çengelli iğneleri bir cebime, numarayı da katlayarak diğer cebime aldım. Utanmıştım sokakta fişlenmiş gibi gezecek olmaktan. Aykırı olmayı göze alamamıştım.

Stadyuma geldiğimde benimle birlikte bekleyen birkaç insanı görmek huzursuzluğumu bir nebze almıştı ama o yaşadığım hayal kırıklığının izlerini saramamıştı. Ayaklarımı yere sürdüm, ellerimi cebime soktum ve daha sıcak olmaya çalıştım. Bizi, koşuya başlayacağımız yere götürecek otobüsler bekliyordu. Orada olanlarla birlikte içine doluştuk ve hareket ettik. Kalabalıktık. Bazısı uykusunu alamadığı için düşen kafasını tutmaya çalışıyor, arkadaşlar aralarında şakalaşıyor ve babalar, çocuklarının şehirle ilgili sorularını bazen büyük bir heyecanla bazen de alıngan bir sıkkınlıkla cevaplıyorlardı. Bense, köprüden geçerken yine aynı duyguya kapılmış olmanın verdiği rahatsızlıkla sevimsiz buluyordum kendimi.

İstanbul’a bakarken, onu izlerken, ona tamamen hayran olmayı bir türlü beceremediğim geliyor aklıma. Bu hissi yenemiyorum. Hak ettiğinden azını veriyorum sanki. Gördüğüm gri denizde başka bir şeyler de var ama nedense ben o kadar iyi göremiyorum. Gökyüzüne, derin denizinin rengine baktım aynı endişelerle. Kulelerine, bir kez daha. Şehrin her zaman orada olduğunu düşünüp bir kez daha sümen altı ettim kendimi. Daha ait hissetmeye başlamalıydım. Kafamı çevirdim, otobüsteki kalabalığı izledim. Gazetesini okuyan bir kadın, boğazdan geçerken, gazeteyi katlamış denizi izliyordu. Köprüyü geçince gazetesini açıp kaldığı yerden okumaya devam etti. Ben mutlu oldum. İstanbul’un, ekonomi haberlerini yendiği o birkaç dakikayı çok sevdim.

Maratonun başlayacağı yere gelince indik otobüsten. Hep birlikte, büyük bir turşucu ailesi gibi, trafiğe kapanan köprüde yürümeye başladık. Artık iyiden iyiye meşrulaştığım için, katlayıp cebime koyduğum numaramı da göğsüme takabildim. Cüzdansız, anahtarsız, işsiz, yersiz, yurtsuz ve bütün yaşam yüklerinden kurtulmuş bir halde, insan içinde, ellerim cebimde sağa sola öne arkaya yürüdüm. Onlarla birlikte ve tek başıma. Kimler? Onlar.

Yüzümüzü köprüye doğru dönüp saf tutmaya başladık. Yan yollardan, tepelerden insan akışı devam ediyordu. Sağ yanımda iki tane canlı yayın arabası vardı. Biri TRT’nin, diğeri NTV’nin. Kameraya kendini göstermeye çalışanlar el sallıyor ve gülümsüyorlardı. Piknik sepetleriyle gelenler, Türk bayraklarına sarınanlar, birazdan bir habere konu olabilecek çok yaşlı bir adam ve peşindeki gençler, el ele bekleyen sevgililer…

Olduğum yerde hareket edip ısınmaya çalışıyordum ki birden yanıma ilginç bir yarışmacı geldi. Gözlerini dikip bana bakmaya başladı. Üzerinde bir gülümseme vardı. Yüzünde demedim, üzerinde. Biraz önce satın almış gibi, pek eğreti duruyordu. Kötü kokuyordu ve ben ondan uzaklaştıkça o daha da yaklaşıyordu. Üzerindeki kot pantolonu çok büyüktü. Bir iki bacak daha alabilir. Gömleği pis, yağ dolu. Önündeki göğüs numarasına bakıp bakıp gülüyordu. Aileden o da, kendine göre bir çocuk. Ben iyice kendimi ondan uzaklaştırdıkça, o da yanında bulduğu ilk insana soruyordu:

“Ben kotla geldim, bir şey olmaz değil mi?”

Sabah işe giderken kalabalığı görüp her şeyden vazgeçmiş ve göğüs numarası olan birini öldürüp güruha katılmış biri gibi davrandık ona. Sanki bir iblis, sanki hastalıklı, sanki mide bulandırıcı. “Bir şey olmaz,” diyen ondan uzaklaşmaya çalışıyordu. Sonra o, yanına her yeni gelene aynı soruyu soruyordu. Bir eliyle üzerindeki numarayı okşayıp bir yandan da “Ben kotla geldim, bir şey olmaz değil mi?” diyordu. Numarasına güveniyordu ama hep aynı yanıtı hep aynı tavırlarla almaktan kurtulamıyordu. Yüzünde, (sanki) insan içine kabul edilecek belli bir ortalama değer yoktu. Çan eğrisinin sol tarafına kayan bir profilde bakıyordu herkese. Bu da insanlar tarafından anlaşılıyor ve anlaşıldıkça çocuk daha da sol tarafa, daha da hızlı hızlı gidiyordu. Sankiydi yani baştan aşağı.

Ben de kaçıyordum ondan, yalan söylemeyeyim. Eğrilerle bir işim olduğu için değil, yalnızlık mahremiyetiydi benimki. Bir yandan da onun peşinden gitmeye devam ediyordum. Bakalım ne yapacak, bakalım nasıl bir hikâye bu. Bazen onunla konuşayım diyordum içimden ama sonra vazgeçiyordum. Belki hiç ayrılmaz yanımdan, diyordum. Yalnız kalmak isteyen birçok yanım olabilir ve onu yüzüstü bırakabilirdim. Verdiğim yakınlığın da bir anlamı kalmayacaktı sonra. Kendimi göstermeyerek bir süre peşinden gittim yol boyunca. Aynı adama iki kere olmak üzere beş kişiye daha aynı soruyu sordu. Tanıdık yanıtlar aldı. Sonra ben, biraz daha kendi işime döndüm. O da kalabalığa karıştı.

Koşu ön tarafta başladığında, biz arkadakilerin harekete geçebilmesi için birkaç dakika beklemek zorunda kaldık. O kadar sıkışmıştık ki, öndeki grubun açılıp bizi rahatlatması gerekti. Köprüye geldiğimde koşmayı bırakıp tırabzanların yanında yürüdüm biraz. Sabah otobüsle geçerken gördüğüm denize ve gökyüzüne yeniden, daha yavaş ve daha derin bakabildim. Piknik yapmaya gelenleri, sevgilileri, onları izleyenleri, koşmalardan caymış bir şehir özetini izledim. Korkuluklarından atlayan insanlar geldi gözümün önüne. Birden ben de, önümdeki bütün insanlara omuz atıp onlara vurarak koşmak ve yoldan korkuluk tarafına geçip oradaki polislerin nafile koşuşlarını seyrederek atlamak istedim boşluğa. Kendimden, denizden korktuğumdan daha çok korktum. Kafamı çevirdiğimde köprüyü yarılamıştım. Bir sucu, elinde tuttuğu küçük su şişelerini, “Gel, su beş yüz bin lira, sudan ucuz,” haykırışıyla satıyordu. Yakınımda bir yerde koşan iki arkadaştan biri, diğerine “Kaçıncıyız lan acaba?” diye soruyordu. O yaşlı amca meşhurluk koşusuna devam ediyordu, arkasından Saadet Partili gençler geliyordu.

Çok fazla yorulmadan, bir koşup bir dinlenerek son durağa gelmiştim. Maratonu tamamlayan ben. Meydanda mikrofonu eline alan biri bağırıp duruyordu:

“Tişört ve madalyalarınızı minibüslerden alabilirsiniz ama lütfen yukarıdakileri kullanın, boşuna burada sıra yapmayın. Yukarıdakiler boş. Numarası olmayanlar istemesin vermeyeceğiz. Akşam İbrahim Tatlıses’in konseri var, gidin. Muhteşem. Lütfen arkadaki arabalara gidin. Numarası olanlara verilecek sadece. Arkadaşını kaybeden varsa buraya gelip sorabilir. Ahmet Baydar… Ahmet Baydar… İbrahim Tatlıses ve Yıldız Tilbe konseri var, kaçırmayın. Saat 1’de, İnönü’de.”

Göğüs numaramı verip içinde tişört ve madalyamın olduğu torbayı aldım. Meydanda biraz oturup etrafı izledim. Sadece iki saat süren koşuda yorulmuşum çok fazla. Tişörtlerini ve madalyalarını almak için sıraya geçenleri seyrettim. Sonra yollarda yürüyenler, bir su alıp çömelerek içenler, bir şeyler yiyenler. Bir şeyler bir şeyler, koskoca denizin güzel damlaları. Sakin, sükûn, melun.

Bir süre dinlendikten sonra kalktım ve sakin sakin yürüdüm. Stadın önünden geçerken, koşularına devam eden uzun maratoncuları izledim. Torbam elimdeydi, açmamıştım. Acıkmıştım ve sona ermiştik. Boğazdan arabalar geçebiliyordu. İnsanlar atlayabilirdi. Ben, benim için ayrılmış kaldırımda yürüyordum artık. İşgal sona ermişti. Tırabzanlar geldi aklıma, korkularım sonra, bilindik dayanılmaz hafiflikler. O geldi aklıma, otobüs durağında ellerindeki torbalarla bekleyenleri görünce. O da tişört ve madalyasını almıştır herhalde. Kotunun üstüne giyer artık. Madalyayı da takar. İşine öyle gider. Geç kalmış olabilir, çok zaman geçmişti. Trafik yine soldan akabilir ve sorusu da değişebilir:

“Abi kotun üstüne bu tişört olmuş mu?”

_________
Fotorğaf: TRT Spor

, ,
Share
Share