Vatandaş sekse hücum etti, halk kürtaj yapamıyor!
Astımlı olduğunu söylemesine rağmen polisin sıktığı biber gazından ölen gencin, grev yaptıkları için işten atılan THY çalışanlarının, gençlik kamplarında bundan böyle biraraya gelemeyecek kız-erkek çocukların ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet sağladığı okullarda Google’a giremeyen öğrencilerin yaşadığı bu ülkeden bahsetmek, bu ülkeye ait bir şeyler okumak veya izlemek uzun zamandır bir işkence hâlini aldı. Masa üzerinde kararlaştırılmış bir hayat biçimini tüm topluma dayatmak için yıllardır kumun altında bekleyenler, artık kurbağanın su sıcaklığına da bakmadan, ateşi harladıkça harlıyorlar. “Şartların oluştuğu” günümüz Türkiyesi’nde şimdi artık yepyeni bir gündemimiz daha var: Kürtaj.
İlginçtir, kürtaj dünyada yeni bir konu değil. Çok uzun zamandır iki karşıt grubun birbiriyle atıştığı, devletlerin kanunları değiştirdiği, yasalar çıkardığı, filozoflardan biyologlara kadar her tür biliminsanından görüş alındığı bu tartışma, Türkiye’ye biraz geç geldi. Tabii bu tartışma, ülkemizin jakoben geçmişini de yabana atmayarak yine bir deus ex machina gibi hareket eden devlet tarafından tepemize indirildi. İktidarı elinde tutan gücün, böylesi hassas bir tartışmada maçı, topu doğrudan penaltı noktasına koyarak başlatmasındaki adaleti sorgulayabiliriz, ama diğer yandan, herhangi bir tartışma olmasını istemeden zaten biat edilmesini bekleyen hazretleri düşündüğümüzde, daha fazla sorgulama gücünü de kendimizde bulamayabiliriz.
Devlet ne diyor? Aptalca birkaç yorumu hiç olmamış gibi varsayacağım izninizle. Elle tutulan bir-iki tanesine bakabiliriz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın demeci örneğin. Ne diyor sayın Erdoğan:
Bazıları, ‘Kadın isterse kürtajı yaptırır, o onun kendi hakkıdır. Siz onun vücudunda müdahalede bulunamazsınız, tasarrufta bulunamazsınız’ diyor. E bırak intihar edene de müsaade et. Köprüden atlarken niye karışıyorsun adamın işine ya, hakkını kullansın. Böyle saçmalık olur mu? Kaldı ki burada iki tane cefa var. Bir, anne karnındaki ceninin öldürülmesi olayı var, iki, kendine zararı var. Biz bunları konuşurken bilimsel konuşuyoruz ve ana karnındaki ceninin öldürülmesiyle doğumdan sonra öldürülmüş bir insanın arasında hiçbir fark yok. Bu konuda hanım kardeşlerimizin çok hassas olmasını, özellikle başbakanları olarak ben kendilerinden rica ediyorum ve bu bir cinayettir. Yine aynı şeyi söylüyorum
Muhatabını anonimleştirip onu salvolara dahil etmenin etik olup olmadığını hiç tartışmayacağım. Kürtaj hakkını savunan birçok sivil toplum kuruluşu olduğunu, Başbakan’ın onların kim olduğunu bildiğini ancak nedense onları cisimsizleştirip “bazıları” sözcüğünün içine hapsetmesini bir belagat taktiği olarak görüyorum. Alıntıladığı sözlere karşılık öne sürdüğü tez ne yazık ki pek bir şey ifade etmiyor. Bir tarafta kendi isteğiyle ölmeye giden bir insanın “ölme hakkı”ndan bahsedilirken, diğer tarafta kendi istediği olmadan sahip olduğu bir varlığa karşı girişilen “yaşama hakkı” söz konusu. İkisi birbirinden 180 derece farklı mefhumlar. Kaldı ki “ölme hakkı” da ötenazi başlığı altında mutlak suretle tartışılmalı. Halktan ve tabandan gelen bir istekle elbette, devlet eliyle yönlendirilmeden.
Konuyu dağıtmadan “yaşam hakkı” olarak yaftalanan bu kürtaj meselesiyle ilgili fikirlerimi anlatayım. Başbakan’ın gündeme sistemli bir şekilde soktuğu ve bakanlarının da cephedeki askerler gibi sırayla kendi mühimmatlarını savurduğu bu kürtaj meselesinde en can alıcı nokta, ceninin öldürülmesinin bir katl olup olmadığı. Anne karnındaki ceninin insan (human) olduğu su götürmez bir gerçek olarak her iki kampça kabul ediliyor, ancak fikir ayrılığını düşülen asıl nokta, o insanın (human) bir kişi (person) olup olmadığı. İşte ayrılaşma da burada başlıyor. Hayat görüşünüz, algınız, doğrularınız ve etik (çoğunlukla dini ahlak) değerleriniz size ne söylüyorsa ona uyuyorsunuz. Örneğin, bir insanın kişi olması için mutlak suretle kendinin farkında olması gerektiğini savunabilirsiniz. Zamanı ve mekânı algılayabilmeli, diyebilirsiniz. İletişim kurması, sizin için o canlının kişi olması için yeterliyken, mantıklı davranıyor olması bir başka kişi için yeterli neden oluverir. Bu tartışmanın kesin bir “galip”i henüz yok. Görüşünüz, insanı ve kişiyi nasıl tanımladığınıza göre değişiyor.
İnsanın, kişi olup olmamasıyla ilgili fenomen henüz somut bir düzleme indirilemediği için, herhangi bir tarafın nihai hakikate vardığını düşünmek ve tüm sistemi bu minvalde düzenlemek, sadece demokrasiye değil insanlığa ve değerlere de aykırıdır. Böylesi muallak bir tartışmanın nihai bir sonucu varmış gibi davranan devlet, ülke kaynaklarını vatandaşlarının refahı uğruna harcamak ve yönetmekle mükellef olmanın dışına çıkıp, elindeki iktidarı, vatandaşını “şekillendirmek” için kullanırsa, o zaman demokrasi dediğimiz bu düzenin adına faşizme çıkar, zira son tahlilde kişilerin seçim yapma hakkına dayanan bu kürtaj tartışması, bireylerin özgür iradelerini kısıtlama anlamına gelir. Devletin, yanıtı olmayan ve süregiden bir tartışmada tekne değiştirip derenin akıntısına karşı kürek sallamaya çalışması, başka bir gündeminin olup olmadığını sorduruyor insana: Evlilik dışı seksi engelleme çabaları mı bunlar?
“Dindar bir nesil” yetiştirmek isteyen Başbakan, aynı zamanda “evli ve seksli” bir nesil mi yetiştirmek istiyor? Avrupa Birliği sürecinin başladığı dönemde, henüz AKP iktidara yeni gelmişken bir “zina yasası” çıkarmaya çalışmış, ancak gelen tepkiler üzerine (şartlar da henüz oluşmamışken!) geri adım atmıştı. Bu hazırlanan kürtaj yasası, devletin kişileri zapturapt altına almalarının yanı sıra, bir alt gündem olarak evlilik dışı seksi de yasaklamaya çalışan bir zihniyetin ürünüdür bana kalırsa. İçki içmeyen, dindar ve seksini imza karşılığında yapan gençlik, Türkiye’yi gelecek yıllar içinde yönetecek insanlar hâline gelecekler. Böylece sadece muhafazakâr değil, aynı zamanda dindar ve muhafazakâr, yobaz ve erkek bir toplum hâline gelecek Türkiye. Çember gitgide daralınca, herkes güvenli olduğunu düşündüğü için birbirine benzedikçe, kimseye benzemek istemeyenler, Türkiye’nin banliyölerine, sürgüne, yani istediği hayatı istediği gibi yaşayamayan insanların toplama kamplarına sürüklenecekler.
Türkiye’nin, devlet eliyle modernleştirilmesinin üzerinden yaklaşık 60 yıl sonra, 12 Eylül 1980’de, Türkiye’nin devlet eliyle muhafazakârlaştırılması dönemi başlamıştı. Şimdi de Türkiye’nin dindarlaştırılma döneminin sonuna yaklaşmış üzereyiz. Tünele yaklaştığımızı düşünüyorum. Şu anda üniversiteye giden öğrenciler, kendilerini bildiler bileli AKP hükümetinden başka hükümet, Recep Tayyip Erdoğan’dan başka bir başbakan görmediler. Basının ve televizyonların da filtreli korkak yayınları nedeniyle, bilenen bıçaklar gibi gitgide aynılaşıyor, gördüklerine ve duyduklarına inanan insanlar oluyorlar. Bunca yıl biriken nefret, rövanşist eylemlerle artık gün ışığına çıkıyor. Geçmişin mazlumu, şimdinin zalimleri hâline dönüşerek yeni mazlumlar yaratmaya meylediyor. Çünkü bu, hiçbir zaman bir modernleşme meselesi değildi. Çünkü bu, hiçbir zaman bir muhafazakârlaşma meselesi değildi. Tarih, iktidarla yazıldı. Hâliyle, sıradaki muktedire kadar, çok yaşa şimdiki muktedir!