Sosyal Medya Muharebesi
Meğer memleketin futbol taraftarının su gibi, ekmek gibi bir ihtiyacıymış Twitter ve diğer sosyal mecralar. Bu vesileyle birbirlerine küfür edip takımları adına tarih yazarlarken, artık azınlık halini alan sade vatandaşın da alanlarına sirayet ediyorlar…
Pek çokları gibi ben de gece geç saatlere kadar çalışmak zorunda olan insanlar arasındayım. Gündüz mesai başladığı andan itibaren bilgisayarla hemhal olup, gelen e-postaları düzenli takip etmek gerekiyor. Haliyle, gündemi takip etmek için ya değişik web sitelerine ya da ‘sosyal medya’nın birbirinden güzel icatlarına da düzenli bakmak gerekiyor. Yani günümüz Türkiyesi’nde sıradan bir vatandaşım…
Öncelikle, herkesten daha en başında özür dilemem gerek; kim bilir kaç kere okuduğunuz sosyal medya yazılarından birini daha okuyacaksınız. Ama öyle; nedir, nasıl kullanılmalıdır minvalinden bir şey değil bu. Daha çok, sıradan bir vatandaşın sosyal medyayla olan imtihanında elinin kolunun bağlandığı hadiseleri anlatmak niyetindeyim…
Her gün yeni bir mağdurlar topluluğu
Her sıradan vatandaş gibi, ofisteki bilgisayarı açıp, e-posta kutusunda sabah sabah okunmamış yüzlerce e-posta uyarısı görerek mesaiye başlıyorum. Yapılacak şey belli; konuya göre sıralamak. Bir bakıyorum, her gün yeni bir mağdurlar topluluğu bir araya geliyor ve beni e-posta bombardımanına tutuyor.
Geçtiğimiz senelerde atanamayan öğretmenler farklı adreslerden ama aynı içerikle bir e-posta atağına kalkıyorlardı ki, “ses duyurmak” açısından doğru bir strateji diye değerlendirebileceğimiz bu hamle, bir süre sonra mağdur insanların attığı e-postalardan mağdur olan yeni bir sınıf yaratıyor(!) Atanamayan öğretmenleri bir kenara bırakmaya çalışsam da, onlar bizi bir kenara bırakacak gibi değiller… Ne de olsa, iktidar sahipleri her seçim dönemine yaklaştıkça, Ağustos’ta, Şubat’ta, Haziran’da veya yılın içindeki herhangi bir ay içerisinde ek atamalar yapılacağına dair sözler veriyorlar. Söz vermek kolay tabii, sonrası kimin umurunda? Atanamayan yüz binlerce öğretmen adayı, kendi sayılarının birkaç misli sayıda e-postayla birilerinin posta kutusunu çökertebiliyorlar…
Tam atanamayan öğretmenlere alışıp kendi savunma mekanizmamızı geliştiriyoruz ki, her hafta yeni bir mağdur grubu ortaya çıkıyor. Kâh veterinerler isyan ediyorlar, kâh İİBF mezunları. Bir gün bir bakıyorum, beş yüzün üzerinde e-posta gelmiş farklı adreslerden. Teknik ve mesleki öğretmenlerin 100 bini 28 Şubat mağduruymuş meğer… Eh malum, 28 Şubat’ta mağdur olmayan kimse yok memlekette… Kim bilir önümüzdeki günler nelere gebe!
Mağdur bitti, gelsin futbolcular!
Haydi söz konusu mağdurlar topluluğuna hak verip, tahammül edip, sakin sakin siliverdik e-postaları. Çile bitecek gibi değil… Bu sefer, yüz küsur yıllık bir futbol takımının futbolcusu hakeme tükürdüğü gerekçesiyle oyundan atılınca yeni bir siber kıyamet kopuyor memlekette.
Şahsen bir futbol maçında yaşanan kırmızı kartın ve verilen cezanın sonrasında akla gelecek en son şey bunun e-posta kutusunu çökerteceğidir. Ama heyhat! Haftanın yedi günü futbolla yatıp futbolla kalkan memlekette böyle bir hadisenin tüm memleket sathına yayılmaması mümkün değil. Mesele tükürmesi değil, verilen cezada tükürüğün yalanmasıymış, gelen e-postalardan bunu anlıyor insan. Bu sefer mağdur arıyorum yok! Mağdur görüntüsüyle binlerce e-posta atanlar, diğer yüz küsur yıllık kulübün fanatik taraftarları tabii… Önce TFF’yi sonra konuyla alakalı diğer kurumları bir yerlere davet ediyorlar. Ama nedense davetiyeleri sadece bize geliyor!
Gelen e-postalardan kendimi arındırıp sosyal medyada ne var ne yok, deme gafletinde bulunuyorum. Ve elbette yine karşıma birbirinden yaratıcı tribün cümleleri çıkıyor. Twitter nedir, ne değildir minvalinde bir şeylerden söz etmeyeceğimi söylemiştim. Ama bir şey var ki, şu Twitter’ın diğer memleketlerde, konu ne olursa olsun asla bizim memleketimizde kullanıldığı gibi kullanılmadığına eminim (ki söz konusu araştırmayı bizzat yapıp başka ülkelerin kullanış şekliyle mukayese ederek, acı gerçekle yüzleştiğimi söylemeliyim.)
Yeşil sahalardan Twitter’a
Türk halkı olarak Twitter’da “ünlü” birilerini öldürmediğimiz vakitlerde veya söyleye söyleye nihayet öldürüp(!), onu ne kadar sevdiğimizi ve özleyeceğimizi söylemediğimiz vakitlerde tuttuğumuz takımın rengi aşkına takipleşmeye adıyoruz kendimizi. Bir bakıyoruz siyah beyaz uğruna takipleşmeler başlıyor. Sonra sarı lacivert aşkıyla birbirine sahip çıkıyor insanlar. Sarı kırmızılılar durur mu, onlar da renginin uğruna saldırıyorlar takip düğmesine… Tıpkı hepsi maç günleri renginin aşkına takımına “saldır” komutunu Twitter aracılığıyla vermiş gibi!
Sadece birbirlerini takip edip, manasız bir “takipçi” sayısı artırma “kafasına girseler” amenna. İşin bir de kavga etme kısmı var ki, üzerine saatlerce konuşulur. Cuma günü maçı olan takımın taraftarı Perşembe sabahından mesaiye başlıyor. Tabii rakip takım taraftarı da ha keza. Maçın sonucuna göre ertesi gün her şey değişiyor. Söz konusu takım mağlup olursa kendi taraftarları “ölene kadar destek”ten dem vururken, diğer taraftarlar hemen yeni birtakım sloganlarla durumun ne kadar komik(!), skandal vesaire olduğunu beyan ediyor. Cumartesi günü rakip takım da yenildiği anda, Cuma gününün kaybeden taraftarı büyük bir heyecan ve intikam duygusuyla oturuyor klavyenin başına. Allah ne verdiyse yazılıyor bir süre sonra. Bu durum son aylarda bütün bir hafta devam ediyor dikkat ederseniz…
Dahası, her fırsatta ana/bacı/avrat üçlüsünün ne kadar kıymetli olduğunu söyleyen –buna rağmen “anam avradım olsun” şeklinde ‘özyıkımcı’ küfürlü bir yemini lügâtinde bulunduran– bir millet olarak; içinde anaların bacıların yer aldığı birtakım cümlelerle rakip takıma ve taraftarına meydan okuma başlıyor. Yeşil sahada olduğu gibi Twitter’da da “nasıl koduk ama” diyebilmek için kahramanca mücadele ediyorlar.
Ekranlarda dizi furyasının alıp başını gitmediği zamanlarda, bilhassa kadınlar futbol programlarının ne kadar çok olduğundan dem vururlardı sürekli olarak. Şükürler olsun ki, hâlâ farklı kanallarda aynı saatte birkaç gün üst üste futbol programı var. Hâlâ koca koca adamlar kıraathane üslubundan taviz vermeden, birbiriyle kavga edip, sürekli bağırarak ve “abiii bi dakkaaa” diye birbirini uyararak, gece yarılarına kadar kavga ediyorlar. Hâlâ kavga edip, bir de bundan para kazanan adamlar var ve halihazırda ana konuları olan futbola dair tek kare maç görüntüsü yayınlamadan birbirinin aynısı cümleler kuran onlarca “otorite” varken, “bari gün içinde rahat durun,” demekten başka bir şey gelmiyor elden.
Meğer memleketin futbol taraftarının su gibi, ekmek gibi bir ihtiyacıymış Twitter ve diğer sosyal mecralar. Bu vesileyle birbirlerine küfür edip takımları adına tarih yazarlarken, artık azınlık halini alan sade vatandaşın da alanlarına sirayet ediyorlar…
Sosyal medyanın demokratik bir alan olduğunun farkındayız elbette. Ama bu kadar demokrasi ihlali de zaten ancak bizimki gibi “ileri demokratik” bir ülkede cereyan ederdi…
Görsel: Corbis