“Herkesin bir sırrı var işte bu hayatta”

“Herkesin bir sırrı var işte bu hayatta”

AHMET BÜKE
13 Mayıs 2013

Sol gözüm şişmiş azıcık. Dokununca anladım. Sızlıyor da üstelik. İsmet Amca’nın dükkân camından yansımama baktım. Çok belli olmuyor gibi.

Duramadım da. Yoldan yaşlı bir kadıncağız geçiyordu.

“Teyze. Benim gözüm şiş mi,” dedim.

Durdu. Sağ elindeki boş pazar çantasını soluna aldı. Gözlerini kıstı. Titreyen parmaklarını uzattı. Dokundu.

“Yavrum,” dedi. “Manda yuva yapmış söğüt dalına.”

Şaşaladım.

“Ne?”

“İşte,” dedi. “Kedi kıçına bakar yaram var,” der.

“Teyze ya, sen ne diyorsun. Vallahi çok sızlıyor.”

“Ah, ah,” diye bir adım geriye attı. Süzdü beni şöyle.

“Nerede eski delikanlılar… Misal bir Paşa vardı. Neden Paşa derlerdi? Asker falan değildi. Eşrefpaşalı’ydı. Vurdu mu üç dolmuş değnekçisini arka arkaya devirirdi. Hatta Yılmaz Güney’in filminde oynamıştı. Gelmiş onu aramış Yılmaz. Burada bir külhanbeyi varmış, benim filmime o yakışır, demiş. Yaa! Ah ah, nerede o adamlar şimdi.”

Döndü yürüdü sonra.

İzmir’de merhaba deyince iki saat susturamayacağın insandan geçilmez. Hatta onlar çoğunluktur. İşin garibi çoğu zaman da sussun istemezsin. Teyzenin ardından seğirttim ben de tabii.

“Eee sonra ne olmuş? Oynamış mı?”

Durdu.

“Sen Yılmaz Güney kim biliyor musun da soruyorsun, yer cücesi.”

“Cüneyt Arkın gibi falan değil mi? Film starı yani.”

Ellerini beline koydu.

“Tüüh!”

Hızlı adımlarla uzaklaştı. Giderken de yerdeki boş bir konserve kutusuna tekmeyi yapıştırdı.

Acımı unutmuştum.

“Bedo!”

Sese döndüm.

Dedem, İsmet Amca’nın kapsını açıyor.

Beraber girdik içeriye. Kitap kokusu karşıladı bizi. Biraz da rutubet.

Dedem camdaki “cenaze” yazısını çekti aldı. Katladı. Masaya koydu.

“Hayırdır ya, dede. Ne oldu?”

“Asude Hanım rahmetli oldu.”

“Asude Hanım kim?”

Dedem derin bir iç çekti. İsmet Amca’nın masasına gitti. Koltuğa oturdu. Eğildi. Tahta bir sandık çıkardı. İçinde onlarca kaset. Kutuların üzerinde yazılar vardı. Bir tanesini çekti, çıkardı. Baktı bir süre elinde. Sonra çekmecelerin birindeki küçük teybe koydu. Bir tuşa bastı.

Biraz çıtırtı. Sonra geçen bir motosiklet sesi duyuldu. Ardından İsmet Amca’nın sesi geldi.

 

Amentü

İnsan

eşref-i mahlûkattır derdi babam

bu sözün sözler içinde bir yeri vardı

ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman

bu söz asıl anlamını kavradı

geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından

geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı

kararmış rakamların yarıklarından sızarak

bu söz yüreğime kadar alçaldı

damar kesildi, kandır akacak

ama kan kesilince damardan sıcak

sımsıcak kelimeler boşandı

aşk için karnıma ve göğsüme

ölüm için yüreğime sürdüğüm eczâ uçtu birden

aşk ve ölüm bana yeniden

su ve ateş ve toprak

yeniden yorumlandı.

Durdurdu. Kasetin üzerindeki yazıyı okudu: İsmet Özel.

Sonra başka bir kaset seçti.

“Bak bu da Arkadaş Zekai Özeger’in şiiriymiş.”

Onu da taktı teybe.

gece

bir tabut gibi çöker omuzlarıma

bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar

hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi

yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta

hasreti bir ben bilirim

bir de gecenin gözlerindeki baykuş

baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş

onu hüznümle güzelleştiririm. hüznümle süsler

bir damın üstüne oturturum

damımın üstüne oturturum

Şiir bitince İsmet Amca’nın sesi duyuldu yine.

“Bu şiiri her Cuma gecesi sizin için pencereleri açıp okuyorum. Bence yıldızlar ve ay seviyor bu dizeleri. Çünkü her defasında eğer rüzgâr varsa kesiliyor. Ya da ortalık sessizken esinti çıkıyor aniden. Sokakta durduk yere iki tekir kedi beliriyor. Ben en çok onları seviyorum. Eski sevgili onlar. Yıllardır bebekleri oluyor. Kaç tanesi elimden geçti, biri de onlara benzese ya. Ya süt beyaz oluyorlar ya da kül kirinde. İki tekirden bir tekir yavru olmadı. Ama nasıl mutlular bir görseniz. Kuyruklarını birbirlerine dolayıp gırlıyorlar. Asude Hanım galiba bu kaseti size yollamayı becereceğim…”

“Dede burada yüzlerce kaset var.”

“Var.”

“Hepsi de şiir mi?”

Başını salladı.

“Ve hepsinin de sonu böyle bitiyor: Galiba bu defa bunu size yollayacağım.”

Dükkânın panjurlarını kapatıp kapıyı iki kez kilitledik. Çıktık.

Yolda anlattı dedem her şeyi.

Asude Hanım, İsmet Amca’nın şu dünyada âşık olduğu tek insanmış. Önce bu “tek” meselesine takıldım. Ömür boyu birisi sevilebilir mi? Annem mesela kimseyi sever miydi? Babam? O yok ama. Sayılmaz. Kaybettiği birinden bıkmayabilir insan. Babam eğer ölmeseydi belki annem onu şimdi bu kadar sevmiyor olabilirdi.

“Dede. Babam o deniz kazasında ölmeseydi…”

Dedemin yine öksürük nöbeti tuttu. Kale otobüsüne binelim, desem de dinletemedim. Yürümeye devam ettik. O da anlattı kaldığı yerden.

“Her hafta Asude Hanım için şiirler okudu. Bir defasında evine hırsız girmiş. Hiçbir şey bulamayınca bunları yüklenip götürmüş. Çok dövündüydü. Ama İsmet bu, yılar mı? Asla! Yine sürdürdü okumayı.”

“İyi de dede. Hiçbirisini yollamamış ama.”

“Yollayamazdı.”

“Neden?”

Dedem durdu şöyle. Varyant’ın yokuşundan Körfez’e baktık beraber.

“Asude Hanım evliydi. İsmet’in bir arkadaşıyla hem de.”

“Ne? Ciddi mi? Şarkıdaki gibi yani: Sen arkadaşımın aşkısın!”

Gülümsememe bozuldu dedem.

“Bedrettin Bey, dalga geçilecek bir konu değil bu. Otuz yıl sevdi o kadını.”

Asude Hanım’ın eşi on yıl önce ölmüş.

“Peki, neden o zaman gidip konuşmadı İsmet Amca.”

Dedem sustu.

“Herkesin bir sırrı var işte bu hayatta,” dedi. “Hatta bazen kendisi bile bilmez bunu. Günün birinde öğrenir. Ya da bilmeden ölür gider.”

Nedense bunu çok düşündüm. Benim sırrım neydi acaba şu dünyada.

Asude Hanım bu sabah kalp yetmezliğinden ölmüş. Öyle aniden. Kimse bilmiyormuş böyle bir hastalığı olduğunu.

“Aniden ölmüş.”

Dedem, bütün bunları tane tane anlatan, acısını gözlerinden anladığım dedem, bu son lafını öyle hızlıca sanki bir bardak suyu içir gibi söyleyivermişti.

Oysa beni en çok çarpan şey sonuydu.

“Ölmüş…”

Öyle ölüvermiş işte! Ömür boyu bir adamın onu sevdiğini, ona saatlerce şiir kasetleri okuduğunu ve her defasında kendine söz verdiği halde birisini bile yollayamadığını bilemeden ölmek. Ölüp gidivermek…

“Dede,” dedim. “Bu anlattıklarının en acımasız tarafı buydu. Hiçbir şeyi bilememek.”

Eve az kalmıştı. Konuşmadık.

Annem kanepede uyuyup kalmış. İkindi devriliyordu dışarıda.

Terasa çıktım. Divana uzandım. Göğe baktım.

Kumrular geçti üzerimden. Göğe baktım.

Ben birini bu kadar sevecek miydim acaba?

Sevmesem daha iyi olur galiba. Kalbinin üzerinden ömür boyu çimento torbası taşımak gibi olmalı. Ona dokunamadan, onu öpemeden, aynı yatağa giremeden geçen yıllar.

Kalktım. Dedemin yanına vardım.

“Dede sana bir şey soracağım. Ama böyle bir şeyi şimdiye kadar hiç sormadım. Bu anlattıklarını duymasam soramazdım da zaten.”

“E, neymiş?”

“Şey, İsmet Amca… Yani bir ömür. Otuz yıl. Yani bu kadar sene hiç… Hiç mi? Şey işte…”

Dedem gülmeye başladı.

“Vallahi ben iki defa bir kızıl saçlıyla dükkânda bastım onu. Ama en az on yıl olmuştur.”

Oh!

Geri gittim divana.

Evet, tam da tahmin ettiğim gibi. Otuz yıl sevişmeden geçmez!

Aşağıdan vapur sesleri geldi.

Sonra kediler miyavladı.

Sonra işte uyku bastı beni.

Gevşedim iyice. Kapadım gözlerimi.

, , , ,
Share
Share