Yorulmak, anlamlıysa güzel
Stantlar arası okur mekiği günleri biteli bir haftayı geçti. Zihinlerdeki halıfleks tozlarını temizlemek, havalandırma kuruluğuna isyan eden sinüslerle uzlaşıma varmak, görece ıssız bırakılmış ofisle arayı tekrar ısıtmak, bilumum virüsü kent-normatif çözümlerle bertaraf etmek ve… nihayetinde 32. İstanbul Kitap Fuarı’nı konuşmak, anlamak, değerlendirmek derken, günler dünlere terfi etti.
Abartısever bünyenin huysuz beyanları bir yana, ne güzel bir yorgunluktu o. Anlamı da vardı, tadı da. Dönüp baktığında, “dönüp bakılası” olduğunu bir daha anladığın bir buluşmaydı, 32. İstanbul Kitap Fuarı.
ON8 için bir başkaydı bu yılki fuar. Büyüyen standı, artıp çeşitlenen kitapları, Ahmet Büke ve Müge İplikçi’nin müthiş katılımı, imza günleri, söyleşi ve panel toplantılarıyla ON8, bu yıl mutluluğunu ikiye katladı. Belki de iki buçuğa.
Arkadaş önerisiyle standımız 101 C’ye koşanlar, okul kitap listesiyle adımızı arayanlar (o öğretmenlere koca bir teşekkür), blog’larına kitap bakan genç metindaşlar, üniversite sınavının hummalı hazırlığına inat soluğu edebiyatta alanlar, sohbet ve arayışlarla yüklü genç okurlar, kuşkulu bakışları ve galiz sorularıyla bizi terletip, kendi için “en iyi kitabı” arayanlar… derken dokuz gün nasıl geçti, her anını yaşaya yaşaya anladık da, ne ara bitti, onu hiç anlamadık.
Mutlu bir fuardı 32. İstanbul Fuarı. Kendine bile uzak kilometrelere, ücretine bakıp şaşırmış davetiyelere, artan fiyatı dışında yükselmeyen yeme-içme hizmetine, yayıncının ne koşullarda var olduğunu sürekli unutan metrekare erbaplarına, vahşi perakende ve kültürel buluşmaların zelzeleli ilişkisine karşın bir gelenek, bu yıl da inatla korudu kendini.
Korudu da… korur mu yarın da? Bir kendine güvendir, pekâlâ, ama bilir mi kendini hâlâ? Hani üzmesek okurları, zorlamasak boş yere, olmaz mı?
Malum, şu edebiyat ve okumanın kendine açabildiği yer hâlâ dertli bir meseleyken ülkede… Yayıncı ve okurun buluşmasını engelli koşuya çevirmesek de, gelenekleri geçenek-gidenekliğe doğru itmesek… fena olmaz mı? İlişkimizi bir işbirliği gibi tanımladık ya en azından. O bakımdan.
Çünkü okurun da, yazarın ve yayıncının da daha fazla yorulmaya ihtiyacı yok bu ülkede. Yok. İnanın, yok.
Zaten bastığımız kitaplar yerine canlarımıza okuyan bir ana… aman, bir “baba” faktör var ki, parmağını sallamakla yetinse iyi. Basıyor tokadı. Acımıyor, acıtıyor. Anneler bi’ koşu şikâyet ediyorlar “harfiyen” gördükleri taşkınlıkları. Baba da akşam gelince atıyor tozumuzu. Ne metin tanıyor, ne düşünce. Ne farklılığa var sabrı, ne de çizgi dışına azıcık taşan renklere. Diyalog desen, hak getire. Halihazırdaki yayıncıyı da tartaklıyor, eline geçirdiği yazarı da, adına anca kavuşmuş çevirmeni de.
Sel Yayıncılık’ın sürülmeye çalışıldığı sansür yokuşuna, bir şekilde hepimizin yolu bağlanıyor. Apollinaire’in yüzüne tükürüldüğünde, nefret yazarlarımıza da sıçrıyor. Uzatılan davalar, karalanan satırlar, herkesin ömründen yiyor. Sel Yayıncılık’ın yorgunluğu, tartışmasız, hepimizin yorgunluğu. Yılmazlığı da öyle ama. Kararlılığı da.
Yayıncı dediğin yorulur. O ayrı. Güzeldir o yorgunluk. Anlamı da vardır, tadı da.
Oysa diğer yorgunluğun sadece adı var.
Bir de ayıbı.