Delirmişlik bağlamında edebiyat
Kafayı yiyoruz, değil mi?
Sağlam durmaya çalışmanın bu kadar antrenman gerektirdiği bir dönemi daha yaşadık mı nesilce, bilmiyorum.
Ülke resmen freni patlak bir kamyon, kurgu zembereği boşalmış bir roman gibi. “Kafası dumanlı bir yazarın tefrikası mı bu?” dedirtecek bir olay ve beyanat hortumunda, nereye sıçrayacağını bilmeyen kurbağalara döndük. Pörtlek gözlerle izliyoruz birbirimizi. Bazen alesta, ama sürekli teyakkuzda.
Twitter’da takip ettiğim isimlerden biri geçen gün yazmış, “Bu ülkenin kaderini sen mi yazıyon, doğru söyle @StephenKing” diye. Bayıldım. Ama ben olsam bunu Lewis Caroll’a sorardım, zira sıkı bir Kupa Kraliçesi kaprisiyle mücadele halindeyiz.
Bu arada kitap basıyoruz, metin okuyoruz, bulup seçiyoruz da; ne kadar metin kalabiliyoruz, tartışılır.
**
Yazdığımız her metinde, kurduğumuz her cümlede, seçtiğimiz her sözcükte bizi terk etmeyen bir öfkenin, ucu sisli bir adalet arayışının yükselttiği çığlığın yankısı var. Kendimize, alanımıza, ürettiklerimize dair bir şeyler söylerken bile, “acıları ne kadar görerek ve kapsayarak konuşabiliriz?” önceliğiyle dopdoluyuz.
Öncelikli konularımızı küçük hayatlarımız, işlerimiz, sorumluluklarımız, verdiğimiz sözler belirlese de, adaletsiz ülkenin hınçla doldurduğu akciğerlerimiz biçimliyor dışavurumlarımızı.
Gezi sürecinde devlet terörüne kurban gitmiş güzel canlara dökülen yaşların tuzu da ruhu da kurumadan, Berkin’in cinayete kurban gidişiyle dağıldı içimiz –dışımız sapasağlam kalsa da. Gezi demeden, devlet suçlarından söz etmeden, öldürülenlerimizin adını anmadan; kısıtlanan özgürlüklerimizden, tecavüz edilen hak ve bedenlerimizden söz etmeden “yaptığımızdan” dem vurmak yoruyor, içimizde bir şeyle çelişiyor.
Adaletin “daima” kazandığı kurguların gerçek dışılığı bile, eskisi gibi teskin etmiyor, sessizliğe davet edemiyor bizi. Zira “Günaydın’”ın bile fiilen saçma tınlayabildiği algılardayız. Bu kadar cinai ruh kol gezer, aranmadığı için bulunmazken, herhangi bir aymışlıktan söz edemiyoruz ki!
**
Olay şu ki, zorlanıyoruz bazen. İnsan olarak zorlanıyoruz. Çağdaş edebiyat da zorlanıyor. Gençler ölürken onlara nasıl dokunacağını bilemiyor metinler, satırlar ve hatta yazarlar. 5-10 yıl öncesinin metinleri bile bugünün gencine mesele düzeyinde yetişemediğini hissedip, çekingen kalabiliyor bazen. Edebiyatın zamana karşı duruşu, anlık parsellerde sekteye uğrayabiliyor.
Merak içindeyiz, bugünlerin kalemleri yakın ya da orta vadede neleri yazacak diye. Gence bakmayı bilen, tarihsel kırılmaların yıkıcılığında gençleşen ruhlar neleri kâğıda dökecek, gerçeği hangi duygu ve vurgu öncelikleriyle baştan kurgulayacak diye. Edebiyat ve onun gence bakan yüzü nasıl bir ifadeye bürünecek diye.
**
Bursa Kitap Fuarı tüm hızıyla sürüyor. ON8 yeni kitapları ve her yıl yenilenen ruhuyla orada; sayısı gitgide artan okurlarıyla biraz olsun huzur ve avuntu bulabiliyor. Standımız 504’te. Şimdiden güzel sohbetler, okur yorumları, hoş buluşmalar birikmiş bile.
Belki de bizi metin tutan, metinlerimizden koparmayan ruh tam da budur.
Aslında bugün, yağmuruyla vurup kaçan şu ekinoks sabahında, size yeni kitabımız Buraya Kadarmış’tan söz edecektim. Edemedim. Hafta sonu, Bursa’nın da yardımıyla, Alex’in yaşadıklarına çevireceğim gözlerimi.
Bursa’da görüşmek üzere.
Görsel: Henry Moore