Herkes ağaçtaki yerini alsın!
Zira deliler dallardan sarkmış, gülüyorlar yüzümüze!
Deli, yani doğruları beyaz gömleklemeden söyleyen şu dili sopalı. Gerçekleri “klinik güvenlik”ten azade bağıran muhterem zat. Nereyi dürtükleyeceğini en iyi bilen oklavacıbaşı. Stratejisizce atış yapıp deprem yaratan sinir hoplatıcı. Yüzleştirici. Maruz bırakıcı. Nefretle ihtiyaç duyulan.
Hani mahallenin delisi deyip geçesimiz olan o, dili bilenmiş, cesurlukla cüretkârlık sarkacına binmiş, kahkahalar atarak –bazen hoyratça- sallanan “ayna-insan”lar. Sevilmez, istenmez yaratıklar. İlk kuytuda bir temiz dövülen, birkaç dişi itinayla dökülen; gözünden morluk, kafasından şişlik eksik olmayan, alnında pıhtısıyla gezen laf sapanları.
Tarotun da en güçlü kartı olan şu ünlü Deli. 0 numara Deli. Namıdiğer Ozan, hatta Joker veyahut Soytarı… Hepimizin “Aman aman, uzak dur,” diye ötesinden yürüdüğü o Deli. Tanımlı iktidarları, sistemleri ve düzenleri bile sırf “tanımayarak” bertaraf edebilen –bir tür– özgürlük simgesi.
Ama deli mi? E deli. Onun gibi olunası mı? Yeterince “deli”rdiysen, kaçınılmaz.
Pierre Anthon’la tanışmayanlar için bu yazdıklarım biraz genel kaçmış olmalı. Ama içinde yaşadığımız ülkenin “genel”inden yakalanacak şey çok. “Deliler” adlı oyunu bizle zamanında buluşturup da, “delirmeye çalışan akıllı” karakterini ülkenin gerçeğine cuk diye oturtan Devekuşu Kabare’ye, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’a selam ederek, Danimarka’ya uzanıyorum.
Danimarkalı yazar Janne Teller’ın romanı Ağaçtaki bugünlerde elde ele, dilden dile, blogdan bloga geziyor. Yeni kitabımız İzmir Kitap Fuarı’nda çok sevildi, çok konuşuldu. İlk yazıyı Milliyet Kitap’ta, Elif Türkölmez, yazdı. Gülenay Börekçi, Janne Teller’la bir söyleşiye hemen yer verdi Egoistokur’da. Twitter ve Facebook hesaplarımızı takip edenler görmüşlerdir: Blog’lar teyakkuzda; okudukça okuyor, yazdıkça yazıyorlar.
Çünkü Ağaçtaki, insanı bir güzel silkeliyor. Haneke’nin sakalından birkaç teli sürtüyor yanağımıza.
Başkarakter Pierre-Anthon, tam da yukarıda söz ettiğim anlamda bir “deli”. Hayatın anlamsızlığına çoktan ikna olmuş da, sıra “bir şey yapmanın anlamsızlığını” fark edip aydınlanmaya gelmiş. Bunu da anladığı gün, ayağını yerden kestiği gibi tırmanmış bir erik ağacına, başlamış hayatın “niçin” anlamsız olduğu üzerine argümanları sıralamaya.
Sen misin hayatın anlamını insanların elinden çekip alan… Sen misin onları, düşünmek dahi istemedikleri bakış açılarına zorlayan… Altlarındaki halıyı zeminle birlikte çekip, onları boşlukta bırakan… Nasıl susturmalı bu “deli”yi? Anlamın varlığını kanıtlamak için ne yapılabilir? Sınıf arkadaşları bir “yöntem” düşünüyor ve uygulamaya koyuyor. Ve ipler bir noktada kopuyor…
Biz de deliyiz, malum. Anormaliz. İlle tırmanmasak da, hakikatimizin özünden koparılamaz “birkaç ağaç” için neler yapıyoruz. Adına “özgürlük” dediğimiz o iktidar tapulu arazi için ne patırtılar koparıyoruz. Kendini kandırmakla yetinmeyip insanını uyutan “ninnici” kılıklı karabasanlara karşı, boğazımızı sıkan ellerine rağmen bağırıp duruyoruz. Tarihimizi ve gerçeğimizi “şımarıklığa” indirgeyen normal’lere bakıp, “hâlâ tanık” olduğumuzu hatırlatabiliyoruz.
Deliyiz, evet. Pierre-Anthon değiliz belki, ama deliyiz, o belli.
…
Mayısta, Ahmet Büke’yle tekrar bir arada olacağız. 1 Mayıs’a saatler kala, ondan iki cümleyle dönüştürüyoruz bugünü:
“o kadar güzel kitaplar geliyor ki ardı ardına, memleketin havası ağırlaştıkça edebiyat kalkıp pencereleri açıyor sanki. (29.04)”
“bir fenalığın anlatılarak ortadan kalktığı ya da tekrar etmediği görülmedi bizde. belki çok sonrası için ilaç olacak edebiyat. (27.04)”