SAA-1 / 008 Hacırahmanlı

SAA-1 / 008 Hacırahmanlı

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 30 Haziran 2014

Rahmetli babam, Manisa Şehir Kulübü’nde briç oynarken Yusuf Atılgan’ı izlediğini söylerdi. Belki o da hiç görmemişti de, Yusuf Atılgan’ı tanımadan ölmek istemeyenlerdendi. Babamın bir de savı vardı. Anayurt Oteli’nin asıl adı Anavatan Oteli idi ve Manisa Garı’nın hemen karşısındaydı. Ortaokula giderken, birkaç defa orada kaldığını söylerdi.

Eskiden farklı saatlerim vardı.

Gündoğumuna yakın, pencerenin kızıllaşan perdesinin ardından günün ilk treninin çığlığı duyulduğunda, dedem Peynirci Arif namaz örtüsünü dürerdi. Sonra kasketini alır, nenemin geceden hazırladığı hamur dolu büyük tenceresiyle bütün gün mermer zeminde katmer açacağı dükkânına yollanırdı. İlçeye tütün parasına, pazara, iki metre basma pazene inen köylüler, ağır vücutlarıyla zamanlarını geçiren esnaf amcalar, öğrenciler, deliler gün boyu dükkândan eksik olmazlardı artık.

Ben bütün bunları bin defadır bilmiş halde yüzümü yıkarken yine çığlıklar gelirdi arka balkondan. Nenem parlak tencere kapağıyla kesip kızarttığı puf böreğini yediği sırada bir İzmir treni daha geçerdi. Balkona çıkardım. Koyu bir istim… Kargalar havalanmış. Kovalı yüksek çeşmeden su alan lokomotif yorgun bir ihtiyar gibi inlerdi. Akhisar İstasyonu’nda kadınlar, çocuklar, yoksullar, mutlu ve ölmek üzere olan insanlar inerdi.

Akşam yemeğini yerken dedem dayımın gelmemesine sinirlenirdi. Yorgun parmaklarını masada tıkırdattığı sırada Balıkesir treni geçerdi. Oysa dayım sabaha karşı ellerinde kostik ve boya lekeleriyle döndüğünde Soma kömür katarı çoktan kaybolmuş olurdu.

Ertesi sabah dedemin aldığı ikinci mevki biletiyle herkes bana uzaklaşırken demir yoluna varırdım. Raylara uzanıp uyumak hem en büyük hayalim hem de en büyük korkumdu. Tahtacı İsmet’in iki oğlu gözümün önünde kaç kez rayların arasına yatmışlar, sonra üstlerinden geçen katarın ardından kalkıp gülüşmüşlerdi. Galiba o zamanlardan kaldı, çok sevdiğim şeylerden çok korkmam.

İlk gelen trenle tek başıma İzmir’e yollanırdım.

İkinci mevki bilet, kompartıman demektir.

Kompartıman bir çeşit evdir. Tren de bir ülkedir aslında.

Faruk Duman, “Tren, yalnızca yolcuları taşımaz kuşkusuz; irili ufaklı ‘belirtiler’ de trenle taşınır,” der.

Benim de taşıdığım çeşitli belirtiler vardı o yaşta. Örneğin, kamu idaresine duyduğum tedirginlik. Çünkü her an elinde yasal delgisiyle bir kondüktör gelebilir ve bilet kontrolü dışında delirebilirdi de misal.

Şaka değil, bir kere tren Akhisar’ı geçmiş ve Kayışlar istasyonuna varmak üzereydi ki, kompartımana gelen yaşlı görevli aniden başındaki şapkayı attı ve kendini pencereden sarkıtarak bağırmaya başladı:

“Amirim, adım Ali Bakır’dır. Görevlerim, sorumlu olduğum trenin vagon numaralarını kendisine verilen iş emrinden öğrenmek, eksiklikleri revizöre bildirmek, vagon kapılarını kapatmak, tren harekete hazır olunca gündüz düdükle , gece fenerle tamam işareti vermek, ara istasyonlarda inen ve binen yolcuları tespit etmek, bilet kontrolü yapmak, bileti olmayanlara cezalı bilet kesmek ve ücretini tahsil etmek, hasılat listesine yazmak, inecek yolcuların biletlerini toplamak…”

Koşan geldi. Zor çevirdiler adamcağızı.

Meğer karısı ölmüş. Aylardır trenden inmiyormuş eve gitmemek için.

Aslında tren yolcularına ait öyküleri en güzel Kemal Varol bilir. Çünkü o bir demiryolcu çocuğudur.

“Babam trenin neden hareket etmediğini tekrar tekrar anlatır ama benim sabırsız bacaklarım koltuğa basarak camın kenarındaki yemek masasına tutunur ve etrafı süzen şaşkın gövdeme dayanak olurdu. Yol tutmasına iyi gelen naneşekeri, ilk kez gördüğüm oyuncaklar, trenin beklediği şehirle özdeşleşmiş yiyeceklerden satan seyyar satıcılar, etrafta dolaşan dilenci ve deliler bir trenden inip diğerine binerken daha da sabırsızlanır ve daha gerilere, demiryolu lojmanlarının penceresinden garda bekleşenleri izleyen memur ve işçi çocuklarıyla, yani yolun sahibi olmalarına rağmen yola çıkamamış çocuklarla, göz göze gelirdim.” (Memleket Garları, İletişim Yayınları)

Benim trenle taşıdığım bir başka “belirti” de çok sevdiğim bir yazarın yakınından geçmenin heyecanıydı.

Makine, Akhisar’dan sonra Kapaklı, Kayışlar, İshakçelebi’yi geçer ve kalbimin attığı istasyona uğrardı: Hacırahmanlı.

Hacırahmanlı’da kim vardı biliyor musunuz?

Avniye’den doğma, Hamdi’den olma Yusuf Ziya Atılgan.

Atılgan, 7 Haziran 1921’de Manisa’nın Göktaşlı Mahallesi’nde küçük bir evde açıyor gözlerini. Babası aşar* memuru. Doğduğu günlerde Yunan ordusu geri çekilirken Manisa’yı da yakıyor. Annesi onu alıp Spil Dağı’nda saklıyor. Sonra harabeye dönen evlerini bırakıp Manisa’nın 20 km uzağındaki Hacırahmanlı Köyü’ne yerleşiyorlar. Babası memurluğu bırakıyor; bir bakkal dükkânı işletmeye başlıyor.

Belki de bütün bu zor günler yüzünden Yusuf Atılgan suskun bir çocuk olur. Yetişkinken de onun hep az konuştuğunu söylerler.

Az konuşur, belki az yazar ama çok okur.

15 Haziran 1959 yılında Varlık Dergisi’nde onunla yapılan söyleşide şunları söylemiş:

“Okumayı severim, çok okurum. Bunu söylemek bir çeşit övünmek midir, bilmem. Kimileri hiç okumadıklarını söyleyerek övündüklerine göre. Batı’dan olsun, bizden olsun beğenerek, severek okuduğum yazarlar vardır. Dostoyevski, Gide, Montherlant, Camus, Sartre, Simenon, Huxley, Joyce, Green, Capote, Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç gibi. Benim bir de hayranlıkla, hatta kıskanarak okuduğum iki yazar vardır: Çehov, Faulkner. Okuyanı, anlattıkları ortama katıveren, onu yarattıkları kişilerin yaşayışına, duygularına ortak eden bu iki sanatçı, söz sanatının ereği buysa, varmışlar bu ereğe. Görece bu yargılar, biliyorum ama söylemeden edemedim. İşte çok sevdiğim ozanları saymadan da edemeyeceğim: F. H. Dağlarca, B. Necatigil, M. Eloğlu, E. Cansever, T. Uyar, C. Süreya.”

Tren Hacırahmanlı’dan kalkarken, her defasında aynı hüznü yaşardım. Yusuf Atılgan yine yoktu istasyonda. Oysa bu defa emindim, deve tüyü takımı ve kasketiyle trene binecek ve bizim kompartımana oturacaktı.

Onu göremedim hiç.

Ama rahmetli babam, Manisa Şehir Kulübü’nde briç oynarken Yusuf Atılgan’ı izlediğini söylerdi. Belki o da hiç görmemişti de Yusuf Atılgan’ı tanımadan ölmek istemeyenlerdendi. Babamın bir de savı vardı. Anayurt Oteli’nin asıl adı Anavatan Oteli idi ve Manisa Garı’nın hemen karşısındaydı. Ortaokula giderken, birkaç defa orada kaldığını söylerdi.

Bunu Halil Abi’ye ilk fırsatta sormayı düşünüyorum.

Halil Abi, dediğime bakmayın, Halil Şahan’dan bahsediyorum. Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı’dan öğretmen arkadaşı. Uzun yıllar ahbaplık etmişler ve mektuplaşmışlar.

O mektuplar kitaplaştırıldı şimdi: “Sevgili Halil Kardeş”: Köye Mektuplar (Edebi Şeyler Yayınevi)

Yusuf Atılgan’ın, hepsi de “Sevgili Halil Kardeş”le başlayan mektuplarında bir tanesi şöyle:

“Adam Yayınları’ndan toptan ayrılmaya başladığımızı sana yazmış mıydım? Neyse, ay sonunda oradan ayrılıp, ay başında Can Yayınları’nda Erdal Öz’ün yanında aynı koşullarla işe girdim. Yayınlara gelen kitapları okuyup dil düzeltmeleri yapıyorum. Şimdilik yorucu değil.”

Halil Abi ile geçen haftalarda Manisa’da buluştuk. Kitaba girmemiş bir dolu anısını anlattı. “Aman abi,” dedim. “Bari ölmeden bunları okuyayım. Mutlaka yaz.”

Düşündü şöyle bir. İnşallah Yusuf Atılgan’a benzemez suskunluğu…

Son bir şey, 1959 yılındaki Varlık söyleşisinde Yusuf Atılgan’a hikâye ve roman konusundaki gelişmeleri de sormuşlar.

El cevap:

“Romanın yakın bir gelecekte hem nicelik hem nitelik bakımında hikâyeyle şiir alanındaki yüceliğe erişeceğini sanıyorum. Son yıllarda bir Kemal Tahir kazanmak az şey değildir. Hikâyeyle şiir normal gelişimlerini sürdürüyorlar. Bence bu, bir duraklamadan çok bir aramadır. Genç kuşak boyuna bir şeyler arıyor. Aşırı biçimciliğin şiirimizde birtakım yeni ‘mazmun’lar yaratma eğiliminden yana değilim, ama biçim kaygısıyla yapılan aramalara karşıt da değilim. Zaman, yeni bir diyeceği olmayıp da işin kolayına kaçanları ayıklayacaktır. Daha şimdiden gerçek değerler kendilerini belli etmiyor mu!..”

 

* Türkiye’de 1925 yılına kadar toplanan, tarımsal ürünün onda birine karşılık gelen vergi.

, , , , , , , , , , ,
Share
Share