SAA-1 / 016 Dünya Berberler Günü
Berberler bir evrenin yapı taşlarıdır. Gırtlağınızı hiç tanımadığınız –ya da tanıdığınızı sandığınız– bir berbere emanet ederken bunu düşünün, tamam mı!
“Berberlerin tarihte yeri nedir? Büyük İskender, Tito, Çan Kay Şek, Giáp, Carlos Fonseca ve Cihat Duman. Hepsinin berber çırağı olarak hayata atıldığını biliyor musun? Bu iş önemli. Çok önemli hem de! Çünkü mahalle atomaltı parçacıklar gibidir. Yani lepton ve kuarkları düşün. Bunlar temel parçacık. Yani kendilerini oluşturan başka parçacık yok. Şimdiki bilgilerimize göre yok. İşte mahalle de böyle. Bir mahalle bir ötekiyle birleşir. Böyle devam eder. Şehirleri, bölgeleri, özerk alanları, eyaletleri, federasyonları ya da milli devletleri oluştururlar. Ama her şeyin temeli işte burası. Şu gördüğün soğan ve ıspanak kokan sokaklar. Yazın da kiraz. Kesinlikle kiraz. Şeftali değil. Bizim mahallede şeftali sevilmez. Daha doğrusu yiyene iyi bakılmaz. Yıllar önce eşeğinin iki yanındaki küfesiyle yaşlı bir bahçıvan gezerdi burada. Evet, yanlış duymadın. Aynadan öyle aval aval bakma bana. Doğru söylüyorum. İzmir öyle bir yerdi. Şehrin göbeğinde bile at, eşek çıkıverirdi insanın karşısına. Hatta bazen süvarisiz. Gençler başıboş hayvanlara binip Kokaryalı’nın iskelesinden denize atlarlardı. Güya şans getirirmiş. Boğulan bile oldu. Üzengiye dolandı kimi salaklar. Hayvan korkudan kıyıya değil açığa yüzünce ‘gurk’ gittiler. Ama benim bahsettiğim adam, eşekli satıcı, epey ihtiyardı.”
Bir berber asla kurguda çuvallamaz.
“Kaldır şöyle çeneni… Yaşlı adam hep aynı şeyleri satardı. Sen de bilirsin işte: Patateeees, soğaaaan! Fakat iki küfe yük –birinde soğan, ötekinde patates– sardığı için eşeğin dengesini bozmaması lazım. Mesela soğan 15 kilo sattı, patates 45 kilo. İşte olmadı o zaman. Eşeğin yükü bir yana iyice kayar, hayvan bir süre sonra yamuk yürümeye başlar, belkemiği ve ayak bilekleri incinir. Hatta çilesine dayanamayıp şak diye sekte-i kalpten bile gider.”
“Kâzım Abi!”
“Hay Kâzım Abi’nin… Oynama. Elinde ustura olan bir adama gırtlağını emanet ediyorsun. Sonra da oran buran oynuyor. Kımıldama tamam mı? Sakın!”
“Tamam abi.”
“Aslında eskiden böyle değilmiş, biliyor musun. Reşat Ekrem Koçu da yazar bunu. Berberler müşteriyi önce sol dizine yatırıp sağ tarafını, sonra sağ dizine yatırıp sol yanını tıraş edermiş. Ardından perdaha geçermiş. Yaşlı bahçıvan da bir iki gelmişti bana. Fakat köseydi. Hep saç istemişti. Kesimden sonra saçını yıkatmazdı ama. Onun itikadına göre saçına başkasının dokunması iyi değilmiş. Şimdi diyeceksin ki, neden tıraş ettiriyor o zaman. Mecbur. Çünkü karısı ölmüş. Çocukları da yokmuş. Yoksa ancak aileden birisinin dokunmasına izin varmış. Ama adam tığı teber şahı merdan kalmış işte. İş bitince, yerden bütün saçlarını toplar, bir beze sarıp götürürdü. Gömermiş. Öyle duydum. Bana söylemedi ama, günahı diyenin boynuna.”
“Abi, Allah aşkına, bu mahallede neden şeftali yenmez, o meseleye gelecek misin?”
“Evet, aslında seni kesip arka bahçeye gömmeliyim. Arayanın soranın yok nasılsa… Burada şeftalinin adı bile anılmaz çünkü bir gün yaşlı adam, Laz Osman’ ın –şu köşe evde oturan katil– balkonunun altına geldi. Laz Osman on beş kilo patates istedi. Adam da haklı olarak, o kadar patates satmak istemedi. Çünkü eşeğin dengesi bozulacak. Birden on beş kilo veremez. Beş kilo vereyim, dedi. Biraz soğan sattıktan sonra yine gelir patates tartarım, dedi. Ama Laz Osman bu, Allah rahmet eylesin, çok inatçı adamdı. İki saat tartıştılar. Verirsin, vermem. Seni belediyeye şikâyet ederim, edemezsin… Yaşı adam balkonun gölgesindeydi ama bizim Laz, ağustos sıcağının altında iyice beyni pişmiş. Sonra küt gözler gitmiş, dengesini kaybetmiş, yallah aşağıya. Sen üçüncü katın balkonundan düş. Hem de eşeğin üzerine…”
“Yok artık!”
“Yalan mı söyleyeceğim lan! Ha, sana yalan borcum mu var? Bak elim de ademelmana kayıp duruyor zaten.”
“Aman abi. Öyle der miyim. Vallahi billahi…”
“ İşte adam orada öldü. Eşeğin de beli kırıldı. İnme indi. Sonra kalbi durdu. Gitti. Yaşlı bahçıvan dövünüp duruyor. Laz Osman’ın oğluna haber vermişler. Koş, baban gitti, diye. O zamanlar Selçuk Vapuru’nda çımacı çocuk. Koşa koşa geldi. Babasını öyle soğan, patatesin arasında, bir eşeğin yanında uzanmış halde görünce, doğru benim dükkâna fırladı. O zamanlar böyle uyduruk, jilet takılan usturalar yoktu. Harbi çelikten, adamı ikiye bölen bıçakları kullanırdım. Çekti aldı birini. Koşa koşa geri döndü. Eve çıktı. Tak tak tak. Annesini kesti, attı…”
“Ama abi, neden annesini?”
“Bir batımda hem baba, hem ana gitti. Epey miras kaldı. Zengin oldu genç yaşta çocuk.”
“E, içeri atmadılar mı?”
“Yok, deli raporu vardı onun. Küçükten belliydi onun garipliği. Bir türlü altını tutamaz, hayvanların kuyruklarını keserdi. Ha, bir de kibritle sağı solu ateşe verirdi. Bir manyağın tipik çocukluğu yani.”
“Vay vay vay!”
“Öyle işte. İhtiyar bahçıvan, eşeğinin ölümünden sonra ayar tutmadı. Saçlarına gazyağı döküp yakmış bir gün. Şu Yahudi Hastanesi var ya, işte orada on gün yattı. Sonra öldü. Çok güzel saçları vardı. O yaşında lepiska gibilerdi, ya.”
“Ama..”
“Aması yok Ahmet. Her şeyin temeli mahallelerdir. Kuarkları düşün. İşte bu parçacıkları bir arada tutan bağ da berberlerdir. Bir berber her şeyi duymalı, bilmeli, okuyup anlamalı.”
Berber Kâzım yüzümü iyice yıkadı. Kuruladı.
“Bugün bendensin. Bugün 10 Ağustos Dünya Berberler Günü. Bugün İsmet Paşa, hususi berberi verem olduğu için ilk defa cephede kendini tıraş etti ve aynaya bakıp, ‘Bunu da başardın İsmet,’ dedi.”
Kalkmak için davranmıştım ki, eliyle omzuma bastırdı.
“Şeftaliyi neden yemiyoruz sormadın ama,” dedi.
“Evet, abi neden?”
“Çünkü Laz Osman’ın oğlu şeftaliden nefret ederdi ve cinayetinin ertesi günü, mahallenin ortasına çıkıp bağırdı: ‘Birinin yediğini duyarsam…’ Elindeki usturayla boğazı kesme işareti yaptı.”
Berberler bir evrenin yapı taşlarıdır. Gırtlağınızı hiç tanımadığınız –ya da tanıdığınızı sandığınız– bir berbere emanet ederken bunu düşünün, tamam mı!
—
Hamiş: Dünya Berberler Gününün 22 Mayıs olduğunu Berber Kâzım asla kabul etmiyor. İsmet Paşa ile ilgili elindeki kanıtların doğruluğundan şüphesi yok.