SAA-1 / 019 Hepimiz için Bandini
Neşe Ozan’ın güzel hatırasına
Bütün odaları bin defa adımlamıştım. Koridoru, küçük banyoyu, babaannemin iki defa yıktırıp yeniden yaptırdığı mutfağı, büyük terası. Sonra duvarları elimle karışladım. Elektrik prizlerinin tavana ve tabana olan mesafesini açılır metre ile not ettim. Bütün ölçüleri ezberledim. Yüklükteki elbiseleri ve iç çamaşırlarını yeniden ayırdım. İki günde bir yıkadım, ütüledim, katladım, yerleştirdim. Komşular ölünün eşyaları verilir, yoksa senden gitmez demişlerdi. Kimseyi dinlemedim. Sadece ayakkabıları kapının önüne bırakmıştım.
Sonunda karar verdim: Gerçekten mor bir akşam iniyordu. Gökyüzü inanılmaz büyümüştü evimizin üzerinde. Her hafta kurumasına rağmen inatla geri dönen sardunyamızın kulağına eğildim ve, “Ölenle ölünüyormuş,” dedim.
Dedem çok üzülürdü, babaannem de ayıplardı. O yüzden kendimi öldürmeyi aklımdan çıkardım. Bir de mahallenin imamına pek güvenemiyordum. Namazımı kıldırmayabilirdi. O zaman yolu karıştırıp sevdiklerimi bulamama ihtimali vardı. Bu yalnız yaşamaktan da kötüydü.
Mutfağa geçtim. Tel dolapta ayva hoşafı ve elma sirkesi duruyordu. Babaannemin geçen yıldan bastırdığı kırma zeytinler –iyi tuz kullanmış olmalı– hâlâ diriydi. Bir büyük kavanoz da fındık vardı. Su gani idi. Hiç evden çıkmazsam, bunlarla bir iki ay yaşardım. Öğünlerim giderek azalır, güçten düşerdim. Sonunda hak vaki olur, efendi gibi az günah, çok özlemle buradan ayrılırdım. Gerisi güzeldi işte.
Bütün perdeleri çektim. Terasa dedemin babasından kalma hamağı kurdum. Mis gibi deniz kokuyordu. Hamağın baş ve ayak iplerinin toplandığı iki demir halkasının üzerinde, paslı olmasına rağmen İngilizce “Filistin” yazısı okunuyordu. Bir Osmanlı askerinin üç yıllık deniz esaretinden getirdiği tek hatıraya şimdi ben uzanıyordum.
Yanıma bütün Ken Parker ve Mister No serilerini yığdım.
Üzerimde asma vardı. Üzüm salkımlarını bitirmekle meşgul arılar telaşla sonbahara hazırlanıyordu. Arada uğrayan kumrular ve serçeler alaca düşmüş taneleri efendice paylaşıyordu. Kumru rahatına düşkün hayvandır. Çardağın mümkünse tel ve kargılarına konar. Üzümlerin en kolayını gagalar. Sonra çekilip şekeri hazmederken öteki mahlukatın nimetleri yemesini izler. Kumru ile hırlaşan bir kul görülmemiştir. Olmaz öyle bir şey.
Son güze yakın olduğumuz için geceleri serinlemişti hava. Babaannemin keçi kılından sandık örtüsünü üzerime alır olmuştum.
Gündüz vakti aşağıdan geçen satıcıları duyuyordum. Gece olunca illa ki vapurlar geçiyordu. Bir de balkondan balkona öpüşen karşı komşunun kızlarının sesleri geliyordu.
Ne kadar zaman devirdim bilmiyorum. Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarını yırtmayı unutmuştum çünkü. Ama mutfaktaki nevale depomun durumuna bakılırsa, zaman epey ilerlemişti benim için. Üstelik dizlerim titriyordu ayağa kalkınca. Galiba kırlangıçların temelli gittiği gündü. Çünkü onlar aniden bir sabah kaybolurlar. Herkes birkaç gün sonra farkına varır yokluklarını. Oysa ben saati saatine görmüştüm vedalarını. İşte o günün ilerleyen saatlerinde kapımız çalındı.
Bu sahnenin hangi çizgi roman macerasında olduğunu düşündüm. Bulamadım. O halde yine gündüz vakti gördüğüm rüyalardan birisiydi bu. Üstelik bazı rüyalar hiç bitmiyor gibiydi artık.
Ama kapı gerçekten rahatsız edici –beni bile– şekilde kesintisiz çalıyordu. Zorlukla doğruldum. Bir kaç adım sonra cam şıngırtısı duydum. Cümle kapısına inen merdivenlerin başına gelmiştim ki, takım elbiseli ve kravatlı uzun boylu bir adamla burun buruna geldim. Koşarak çıkmıştı ve soluk soluğaydı. Elinde büyük bir tahta bavul tutuyordu.
“Kusura bakma, çok geciktiğimi düşündüm. Camı kırıp kapıyı açmak zorunda kaldım.”
Adamın yüzüne iyice bakmak istiyordum ama bütün ışık karardı.
Gözümü açtığımda mutfaktaki divandaydım. Adam babaannemin önlüğünü giymiş, kollarını dirseklerine kadar sıvamış, ocaktaki tencereyi karıştırıyordu.
Kalkmaya davrandım, başım yine dönüyordu.
Beni oturttu, arkamı yastıkla besledi. Harika kokan çorbadan dolu bir tabağı önüme koydu. Kendine de çekti. Masada karşılıklı birbirimize bakıyorduk.
“Hadi afiyet olsun,” dedi.
Ekşili ve bol acılıydı çorba.
“Peru tarhanası. Büyük halam yaptı. Çok taze ve besleyici. Ama yavaş yemelisin, ateş gibi,” dedi.
Çorbadan sonra bavulundan çıkardığı kahveyi pişirdi. Gerçekten çorba gibi hazırladı. Beni sırtına alıp terasa taşıdı. Asmanın altındaki iki mindere karşılıklı oturduk.
Adamın adı Bandini’ydi.
“Beni deden tuttu. Daha doğrusu, ölmeden önce onunla bir kontrat imzaladık. Çünkü ben sözleşmesiz çalışmam ve paramı hep peşin alırım. İşim bu.”
Bandini’nin işi buymuş: Ölüm sonrası yaşam hizmeti.
Küçük bilgisayarını çıkarıp web sayfasını gösterdi bana. Tam yirmi dört dilde okunabiliyordu.
Dedem kendi göçtükten sonra –babaannem de olmayacaktı– benim hayattan vazgeçeceğimi düşündüğü için ona bir maille ulaşmış. Sözleşme imzalamışlar. İş gereği, dedem öldükten sonra Nüfus İdaresi’nin Bandini’ye vefatı bildirmesi gerekiyormuş. Ama Türkiye’de ne düzgün işliyormuş ki, bu zamanında olsun –aynen bu kelimelerle söyledi. Bizden gelen bütün başvuruları altı ayda bir asistanı kontrol ediyormuş telefonla. Böylelikle dedemin aylar önce öldüğünü anlamışlar. Hemen ilgili dosyayı okumuş. Dedem başvurusunda, “Ne zaman üzgün olsa yemekten içmekten kesilir,” diye not düşmüşmüş. Bandini bavulunu hazırlayıp ilk uçakla gelmiş.
“Kahveye biraz çikolata koydum. Kendine gelmene yardımcı olur.”
Bandini acayip bir adamdı.
Bavulundan kocaman iki torba un çıkardı. Babaannemin hamur tahtasını, oklava ve boy boy merdanelerini buldu. İyice yıkadı. Büyük teknede hamuru yoğurdu. Kilolarca erişte ve kuskus kesti. Peru tarhanasını cam kavanozlara doldurdu.
“Konserve hazırlamalıyım şimdi sana,” dedi.
Ama yanında sadece Arjantin parası varmış. Bakkal Nihat’ın asla bu para ile onu dükkâna sokmayacağını söyledim. Bavulunun astarını söktü parlak bir ondörtlü çıkarttı.
“Bu işe yarar mı sence,” dedi.
“Altına bile yapar,” dedim.
Gülerek çıktı.
Bir hafta sonra mutfak tezgâhının üzerinden onlarca şişe çeşit çeşit konservem olmuştu. Üstelik beraberce güle oynaya yapmıştık.
Gideceği gece tavla oynadık uzun uzun.
“Bu kışı rahat rahat çıkarırsın,” dedi. “Ama karnın doysa da, bu yetmez biliyorsun.”
“Evet,” dedim.
“Karşı apartmandaki kızlar fena değil bence.”
“Ama onlar birbirlerine âşık.”
“Olsun evlat. Umutsuz olma sen,” dedi.
Bandini ben uyurken gitmiş.
Karnım tok, sırtım pek. Kısa saçlı kız hiç fena değil. Umutsuzca âşık olsam da hayata devam edebilirim artık.
Sağ ol dedeciğim…