SAA-1 / 028 Bir Anarko-Bakkaliye Deneyimi
İzmir’de bütün acıları ve sevinçleri çabuk unuturuz biz. Çünkü insanın zamanı dikey uzar. Geriye dönmeye müsait değildir. Yükselip kaybolmaya meyillidir. Hiçbir şeyi biriktiremeden ölür gidersiniz.
Çorbacı Fehim Abi’nin Punta’da mekânı vardı. Büyük Dershane’nin arka sokaklarında, şimdiki Kordon Vergi Dairesi’nin yanı başında işletirdi dükkânını.
İzninizle şunu da ifade edeyim; İzmir’deki her harbi çorbacıda kelle, paça bulunur. Olmazsa ayıplarlar. Belediye ruhsatınızı iptal edebilir. Mahalleli dedikoduya başlar, Hıfzıssıhha’ya[1] kadar varır lakırdılar. Orada hakkınızda işlem başlatılır, gizli bir dosya açılır, en az iki görevli sizi incelemeye memur edilir, jurnallerin biri gider biri gelir. Ayrıca Çorbacı Ahi Seksiyonu derhal uzaktan izlemeye başlar ki, bu teşkilatın Yeniçeriler’e kadar uzandığı söylenir. Şaka değil, tehlikeli adamlar ve kadınlardır bunlar. İyi satır kullanır, eli kalem tutar, hikâye yazar ve zaman zaman yerel edebiyat dergilerinde yazarlar. Bir sabah erkenden kapınıza gelebilirler. Ayağınızı ve sol elinizi bağlar –sağ el çırpınmanız için serbest bırakılır– gözünüzü mendil ile kapatır, şah damarınızı hemencecik bulurlar.
Fehim Abi bütün bunları bilmiyor muydu?
Olur mu öyle şey!
Hepsini biliyordu elbette.
Ama, “Artık tövbekârım,” dedi. “Sadece sebze çorbası pişecek bu mekânda…”
Epey bir araya giren oldu ama fayda etmedi. Yukarıda saydıklarımdan bazıları sert yapmaya kalktılar. Sökmedi! Zira Fehim Abi zamanında Yeşildere’de deri işçileri sendikasını örgütleyen adamdı. Bokun ve farelerin arasından iki grev çıkarmış, sayısını unuttuğu kadar sarı çıyan da elinden güzel dayaklar yemişti.
Sonunda kendi haline bıraktılar.
Fehim Abi bildiğimiz çorbaların yanına, son güz gelince, her sabaha karşı ezme sebze çorbası pişirir, sokak kereviz ve karabiber kokardı.
Onu kimse yıldıramadı ama bu inadı ekmek teknesini batırdı.
Dükkânda son kalanlarla garibanlara bir hafta şölen düzenledi. Masa sandalye, kap kacak satıldıktan sonra cama şu notu yazıp evine çekildi: “Elbet yine geliriz…”
İzmir’de bütün acıları ve sevinçleri çabuk unuturuz biz. Çünkü insanın zamanı dikey uzar. Geriye dönmeye müsait değildir. Yükselip kaybolmaya meyillidir. Hiçbir şeyi biriktiremeden ölür gidersiniz. Ama misal kediler için zaman yataydır. Dolayısıyla onlar hep anılarını yan yana dizer, sık sık eskiye bakarak ürker ya da gülümserler. Kokuları ve yüzleri de –galiba bu yüzden– hiç unutmazlar.
Eski devrimci çorbacıyı da aniden unutuverdik işte.
Ama bir gün, mahallenin bazı kedileri gelip camı tıklattılar.
“Abi, sizin dükkânda birisi var, Fehim Abi mi o yoksa?” dediler.
Gittim baktım. Dedemin katmer dükkânında tezgâhın üstüne başını dayamış birisi uyuyordu hakikaten de.
Ayak sesime uyandı.
Bana baktı.
“Ben Çorbacı Fehim. Sen beni hatırlamazsın ama deden benim müşterimdi. Ben de ikindi vakti gelip bol maydanozlu katmer yerdim ondan. Allah rahmet eylesin, çok iyi adamdı,” dedi.
Kedilere döndüm.
“Evet abi. Deden bir taneydi,” dediler.
“Evlat,” dedi. “Sana bir teklifim var. Burasının kullanım hakkını bize ver. Değişik bir iş yapacağız. Çok da eğlenceli olacak. İstersen sen de takılırsın bize.”
“Olur abi,” dedim.
Belki eğlenirsem ,eskileri –üzüldüğüm ve mutlu olduğum anları– yeniden hatırlayabilirdim hem. Çünkü kediler uyumadıkları zaman dans edip, birbirlerine şaka yapmakla meşgul oluyorlardı.
Ertesi gün, Fehim Abi iki ortağıyla tanıştırdı beni. Halil Rıfat’taki büyük fırında çalışıyordu çocuklar. Acayip zayıftılar ve durup durup öksürüyorlardı.
Kolları sıvayıp dükkânın altını üstünü temizledik. Camları sildik. Tezgâhı parlattık. Çocuklar beraberinde getirdikleri un çuvalından dokuz tane ekmek çıkardı.
“Sabaha karşı ilk çıkan partiden aşırıyorlar bunları,” dedi Fehim Abi.
Ekmekleri dizdik.
O günden sonra her sabah, mahallede gariban dokuz kişi gelip ekmekleri aldı. Karşılığında para harici bir şey vermeleri gerekiyordu. Dedemin rafları zamanla elma, zavallı soğan başları, yeni yıkanmış çorap tekleri, boş kolonya şişesi, kesme şeker taneleri ve çay tabaklarıyla dolmaya başladı. Gelenler bunlardan da istediklerini –yerine bir şey koymak şartıyla– alıyorlardı. Eski gazeteler ve yırtık kitap sayfaları da birikti zamanla.
Ama Dümbelekçi Zekiye, dükkânın duvarlarına şiir yazmaya başlayınca bu durumu tartıştık tabii aramızda. Fehim Abi, “Çok berbat ama bu dizeler, bence müsaade etmeyelim. Herkes gibi işe yarar şeyler getirsin,” dedi. Oylama yaptık. Ben çekimser kaldım. Fırın çırakları ile birlikte üç oy aldılar. Kediler Zekiye Abla deyince kaybettiler.
Bir gün Zekiye Abla, Fehim Abi’yi tezgâhın arkasına yatırıp sıkıştırınca bütün o hassas denge bozuldu. Fehim Abi yine kayboldu. Fırını patlatan çocuklar ertesi sabah ustalarına yakalandılar. Adam gerçekten sütü bozuk birisiymiş. Kulaklarından tutup polise verdi garibanları. Asıl girdimiz olan ekmek durunca, sistem teklemeye başladı. Zincir bir yerden koptu. Zekiye Abla, “Ekmek yoksa bunlar var,” deyip memelerini açtığı bir sabah mahallede kıyamet koptu. Ahlak zabıtası gelip mühürledi dükkânı. Beni de –mal sahibiyim diye– feci şekilde döveceklerdi ama kedilerle birlikte arka yollardan kaçıp eve kapandım.
Peki bütün bunlar kötü mü oldu benim için?
Tam tersi!
Sonunda ben de kediler gibi zamanı yatay yaşamayı öğrendim. Durup geriye doğru bakıyorum artık. Oradaki güzel anıları alıp çekiyorum. Dedem ve nenem geliyor eve sık sık. Soğuk yoğurt çorbası ve zeytinyağlı arap saçı yapıyoruz beraberce. Sonra ikisinin arasına kıvrılıp uyuyorum pirinç topuzlu karyolada.
Siz de deneyin. İyi olan her şey yeniden size dönebiliyor bu hayatta.
[1] Türkiye Halk Sağlığı Kurumu.