Masumiyet arkadan vurabilir mi?
Katilin Gözyaşları, esas olarak Angel’in kitabı. Angel o kadar sahipsiz biri ki, kendine bile yabancı. Öldürdüklerinin nasıl onun için yüzü yoksa, kendisi de aynaya hiç bakmamış.
Çocukluğumdan beri polisiye severim. Zamanla, iyi yazılmış polisiyeleri okumaya da özen gösterir oldum. Yıllar geçerken polisiyenin de türleri değişti. Sonunda, tam işi seri katillere bağlamış gibi görünürken, İskandinav polisiyesiyle birlikte başka ufuklara yelken açtık. Ama bazı şeyler değişmedi. Bir katil gerekiyordu, bir maktul. Cinayet ve esrarı çözen biri. Polisiyenin olmazsa olmazları.
Polisiyede yeni açılımlar konulu bir dersi hazırlarken bütün bunlar aklımdan geçti. Ve içinde dört dörtlük bir katil, geride kalmış ve şimdi de devam eden maktuller ve cinayetler olan bir kitabın nasıl olup da polisiyeyle hiç ilgisi olmadığını bir kez daha fark ettim. Polis vardı gerçi, Şili kolluk kuvvetleri. Azılı katil Angel Allegria’yı bulmaya çalışıyorlardı. Ama esrar yoktu. Angel’in yaptıkları besbelliydi. Çok basit ihtiyaçları karşılamak için işlenen cinayetler: Kalacak ev, biraz para, yiyecek, at. Bazen de ani öfke nöbetleri birilerinin canından olmasıyla sonuçlanıyordu.
Daha doğrusu, sonuçlanmıştı. Büyük kısmı geride kalmış ya da yenilerine küçük Paolo’nun engel olduğu cinayetlerdi bunlar. Zaten bu kitabın, Katilin Gözyaşları/Les larmes de l’assassin’in esas meselesi bu cinayetler ya da katilin bulunması değil, bir gelişme, değişme ve sevgi hikâyesini anlatmak.
Hikâyenin iki kahramanını, Angel ile Paolo’yu daha Anne-Laure Bondoux’nun yazdığı kitabın başında tanıyoruz. Dünyanın sonunda karşılaşıyorlar. “Şili’nin, Büyük Okyanus’un soğuk sularına dantel gibi uzanan en güney ucu.” Ve burada, “… çölden ve denizden hemen önce, gri duvarlı dar bir yapı yükselirdi yerden: Poloverdo’ların çiftliği.”
Seyrek ziyaretlerin olay olduğu bir çiftlik. Gelenlere de burada birilerini bulmak sürpriz oluyordu zaten. Poloverdo çifti ile günlerini yılanların peşinden koşarak geçiren küçük oğulları. “Rüzgârın tokadını yemekten kepçeleşmiş kulakları, kuru ve sarı bir teni, birer kayatuzu parçası gibi bembeyaz dişleri vardı.” Paolo Poloverdo.
Son ziyaretçi ise, Angel Allegria’ydı, bir katil. “Bir yumruk darbesiyle çukuruna gömülmüş gibi duran, vahşi bir kötülüğün okunduğu” gözleri vardı. Paolo, çiçek vermemeye mahkum bu tohum, onun gelişini annesiyle babasına haber verdikten sonra gene bir koşu dışarı çıkmıştı. Angel şarabı tatmış, sonra da bıçağını çekip adamla kadının gırtlağını kesmişti. Kaça kaça en güneye gelmişti. Bu evde uyumak istiyordu. Ama oğlanı öldürmeye içi elvermedi. Neyse ki çorba yapmayı biliyordu Paolo, böylece canını kurtardı. Angel’in içi rahattı, onu öldürmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Kaç yaşında olduğunu bilmeyen Paolo ise, sonradan bu günü hep doğduğu gün sayacaktı.
Angel ile Paolo “dünyanın bir ucunda rüzgâr, yağmur, kar ve gökyüzüyle kuşatılmış bu evde” birlikte yaşadılar. Ta ki, bir başka seyyah kapıyı çalana kadar. Luis Secunda şehirliydi; kıyafeti de, konuşması da bunu belli ediyordu. Üstelik, okuma da biliyordu. Paolo, Angel’in onu öldürmesini önlemek için katile ilk kez “baba” dedi, bundan rahatsız da olmadı. Sonra da üçlü ilişkileri hep bıçak sırtında devam etti. İkisi de Paolo’yu kendine bağlamak, onun “baba”sı olmak istiyordu. Nihayet, dış dünyaya açılmak zorunda kaldılar. İşin içine akıl çelen bir kadın girdi, sonra da son ağacını kesen yaşlı bir oduncu.
Anne-Laure Bondoux, gerçekten de eşine ender rastlanır bir kitap yazmış.
Paolo ile Angel’ın ikisinin de yeniden doğuşları, dostlukları, birbirlerine duydukları ve kimsenin anlayamadığı sevgi, Bondoux’nun sade ama çarpıcı diliyle insana damgasını vuruyor. ON8’lerin arasında onu görünce –haliyle, kütüphanede bir “gençlik” bölümü ayırdık– ne kadar sevdiğimi hatırladım. Esas olarak da, Angel’in sevgisini, çabasını. Belki kitabı okuyanlar bunu Paolo’nun gelişme hikâyesi olarak kabul ediyordur. Annesiyle babası dışında birilerini tanıma –ne şekilde olursa olsun– dış dünyaya açılma, annesinden sonra ilk kez kadınları görme, fiziki çalışmanın yanısıra okuma dersleri, limanlar, gemiler, maceraperestler… Hatta yağlıboya bir tablonun alınması.
Ama Katilin Gözyaşları (Bach’ın sebep olduğu gözyaşları), bence esas olarak Angel’in kitabı. Angel o kadar sahipsiz biri ki, kendine bile yabancı. Öldürdüklerinin nasıl onun için yüzü yoksa, kendisi de aynaya hiç bakmamış. Küçükken babasının ölümüne şahit olmuş, annesini hiç tanımamış. Genç yaşta başının çaresine bakmayı öğrenmiş. Para da, kadınlar da mizacını yumuşatmamış. Bıçağı ve fiziksel gücünden başka hiçbir şeyi yok. Tamam, katil oluşunu mazur göstermiyoruz ama, Angel de tıpkı dünyanın ucundaki arazi kadar boş, sahipsiz, kimsesiz ve zor. Bir çocuğa sahip olmaya çalışması, onun sevgisini kıskanması, hatta onun için kendini feda etmeye hazır olması, gördüğüm en büyük edebi değişimlerden biri.
Katilin Gözyaşları polisiye değil, iyi ki de değil. Anne-Laure Bondoux’yu bize tanıtıyor, editörüm Mehmet Erkurt’un özenli çevirisi de kitabı tamamlıyor. Çok küçükler okumasın demişler ama zaten biz küçük bile sayılmayız, değil mi?
—