Tanrı Ruhlu Bir Çocuk: Poseidon
Etrafı bunca mavilikle kutsanmış bir toprağın insancıkları olarak tüm denizlerin gözümüze fer, yüreğimize ferahlık getirmesi umuduyla…
“Buradan dışarı bir yol olmalı,” dedi Poseidon.
“Çünkü denizler boğuşuyor içimde ve gerçekte
nasıl yaşamak istediğimi bir türlü
anlatamıyorum kimselere…”
Boğuk uğultuların kıyısında, tanrı ruhlu bir çocuktu Poseidon.
Denizlerin tartışmasız efendisiydi. Ege’yi sarsan depremlerin ve öteki yıkımların babasıydı. Üç dişli yabasının bir vuruşuyla rüzgârları, toprağı ve denizi allak bullak edebilecek kadar kuvvetliydi. Bir buyruğuyla, güzelim Ege’yi gelinlik kızlar gibi ışıkla çevreleyen bütün o limanları sonsuzluğa gömebilirdi. Ölü denizcilerle dostluk eder, oturduğu derinliklerden insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen kavgasını seyrederdi.
Salt ve fırtınalı yaşamına rağmen, kimi zaman deniz kıyısında oturmuş tuz kokulu, küçücük bir çocuktu o. Oynamak üzere doğduğu “Tanrı” rolünden sıkılır, denizlerden öğrendiği hayatı, insanların adına “yaşamak” dediği telaşın kendisiyle kıyaslardı. “İnsan, yahut bir Tanrı,” diye mırıldanırdı sonra, “kim olduğumuzun bir önemi yok aslında. Yaşamak, bir sır gibi zamanını bekliyor. Yaşamak, ne yapsak gene de ulaşmıyor kıyılarımıza…”
Öfkeli olduğu kadar da huzursuz bir tanrıydı Poseidon. Yeryüzündeki tüm insanlar onun gazabından korkar ve bu öfkenin sebebini sual ederdi. “Kavga biriktiriyorum ben,” diye yanıt verirdi Poseidon. “Yer âleminin bütün kavgası sularıma yansıyor. Kaç zamandır buradayım, hiç bilmiyorum. Saymadım gelip geçen zamanı. Kaç yaşındayım sahi? Tanrılara yaş sorulur mu? Zaman, bir tanrı içine ne tuhaf bir kavram… Canlılar için ilerleyen bir hayat demek zaman, benim içinse koca bir hiç. İlerleyen ama bir türlü kapıya varamayan koskocaman bir hiçlik. Kim bilir, belki de bütün öfkem bundandır. Sizi kutsayacağı yerde lanetleyen sularımın öfkesini anlamanız çok zor. Fakat bir parça da olsa benziyoruz birbirimize. Tıpkı uyuyanlar ile ölüler gibiyiz.”
Poseidon henüz küçük bir oğlan çocuğu iken, günün birinde annesi Rheia ona büyüdüğünde ne olmak istediğini sorar. “Ölümsüzlerin en yakışıklısı ya da en parlaklar arasında bir neşe dağıtıcısı olabilirsin mesela,” der. “Belki de Cezalandırılmış Büyüklerin Efendisi…” Poseidon bir an durup, düşünür ve hemen sonra, “Hayır,” diye söylenir. “Hani şu masmavi suların her şeyi sildiği kıyılar var ya, işte ben hem o kıyıların hem de o suların sahibi olmak istiyorum ve bütün o boğuk uğultuların tanrısı…”
En nihayetinde öyle de olur. Babasından armağan üç dişli yabasıyla nice fırtınaya yol verip, batırdığı teknelerin sayısınca sürgün uğultusu bırakır geride. Bazen de durup dururken yakut kanatlı öfkesini susturup, ansızın yatıştırıverir dalgalarını. Kayalıklara oturmuş gemilere doğru uzanıp, zavallı deniz yalnızlarını ölüm tenhalarından kurtarır. Tüm mitolojik tanrılar içinde hayata en çok benzeyendir Poseidon. Sularındaki şiddettir onun sırrı. Tıpkı kimi zaman sevinci ve kimi zaman da hıncıyla kadim bir sırrı heceleyen hayatın ta kendisi gibi… Yaşamak çünkü, bazen dalgalanmaksa bazen de durulmaktır; direndikçe çoğalmak ve direndikçe azalmaktır.
Hey gidi Poseidon, boğuk uğultuların kıyısında tanrı ruhlu bir çocuk. Biliyor musun, bir küçük şiirdir artık bu koyu uğultu… Öyle ki, biz insanoğlu bugün bile hâlâ yaşadığımızı anımsamak için koşup koşup geliyoruz kıyılarına. Tüm şiddetine rağmen gene de huzuru muştuluyor dalgaların. O vakit gelsin mavilikler, gelsin sular, gelsin hayat… Her ne gelecekse başımıza, dalıp dalıp düşündüğümüz o derinliklerden gelsin. Çünkü her şeyi siliyor bir deniz ve, “Denize bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir,”[1] diyor namlı bir şair.
Etrafı bunca mavilikle kutsanmış bir toprağın insancıkları olarak tüm denizlerin gözümüze fer, yüreğimize ferahlık getirmesi umuduyla…
Ya da Poseidon’un deyişiyle;
Damla damla mavi ve damla damla hayat!
—
[1] Cahit Zarifoğlu’nun, “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir,” dizesinden.
—