SAA-1 / 038 Lodos Yemiş Öykü
Adam soğuk suyla dövüşüyor bütün gün. Fakat geçenlerde lodos müthişti. Mehmet midyeye çıkamadı. Bir haftayı geçti, deniz düzelmedi. Hepimizin başına bir tuhaflık musallat oldu. Ben alışığım gerçi de, Mehmet kaygılı…
Kürtçeler için Mehmet Said Aydın’a şükranla…
Mehmet, Mardin-Kızıltepeli. Klandan kovmuşlar onu. Neden, bilmiyorum. Kapına gelen insana acısı sorulmaz. Dedem öyle derdi yani. Ben de sormadım.
“Abi, ben iyi midyeciyim. Izgaram var, tulumum epey eskidi; ama iş görür. Bir de battı batacak sandalım var. Oda kirasını illa ki öderim yani,” dedi.
Peşin almadım.
“Canımız sağ olun,” dedim.
İnsanın canı sağ oluyor cebi delikken. Misal bizim mahallede önce varlıklılar gidiyor öte tarafa. Ben salaları takip ediyorum büyük dikkatle. Gerçekten öyle oluyor.
Sabah erkenden yola çıkıyor. Kimi zaman ben de ardından gidiyorum. Pek konuşmuyoruz. İnciraltı’nda bağlı sandalı. Biraz açılıyor ya, oralar hep sığ. Göğsüne bile gelmiyor deniz. Sonra ızgarasıyla habire dibi karıştırıyor. Suyu süzüyor. Kömür parçaları gibi parlıyor midyeler. Sırtındaki fileye dolduruyor. Yükü ağırlaşınca sandala yürüyor, deviriyor içine. Öğlene doğru siya edip[1] kıyıya dönüyor.
Su tutuyorum ona. Elini yüzünü yıkıyor. Dönüp güneşe teşekkür ediyor.
“Nan û pîvaz heye, tê bixwî?”[2] diyor bana.
O kadar Kürtçe biliyorum herhalde.
Yiyoruz beraber.
Arada ayağımı kesiyorum. Soğan ekmek sahibi sever. Ona kadar hem. Adam soğuk suyla dövüşüyor bütün gün.
Fakat geçenlerde lodos müthişti. Mehmet midyeye çıkamadı. Bir haftayı geçti, deniz düzelmedi. Hepimizin başına bir tuhaflık musallat oldu. Ben alışığım gerçi de, Mehmet kaygılı.
“Abi, ne yapacağız ya? Ben çalışmazsam ölürüm,” diyor.
“E, var evde ekmek, soğan,” diyorum.
“O ayrı abi. Boş oturanın piri şeytan olur,” diye yüzünü ekşitiyor.
Baktım olacak gibi değil.
“Gel hele, sen çalışmak mı istiyorsun,” dedim.
Çıktık beraber. Rüzgâr bizi alıp yere çalacak sanki. Mihtapaşa’dan yürüye yürüye Karantina Kahvesi’ne gittik. Kahve, eski sinemanın tam yanında, deniz kıyısında.
“Bugün pazar,” dedim, “askıda yalan günü.”
“O nedir abi ya?”
Camdan içeri gösterdim. Duvarda kocaman bir değnek asılıydı.
“Bak, işte ona ‘muhabbet çubuğu’ diyorlar. Eğer içerideki beylerden biri bizi çağırır, gel konuş derse, işimiz iyidir. Ben onu elime alıp, güzel bir hikâye anlatırım. Beğenirlerse bize para verirler.”
“Ya beğenmezlerse?”
“Vallahi şimdiye kadar hiç boş çıkmadım ben. Boru mu, kırk yılın tecrübesi var.”
“İyi de abi, ya sevmezlerse gerçekten?”
“O zaman anlatanı değnekle bir güzel dövüyor garsonlar.”
Kapının önünde epey bir bekledik. İki elimi siper edip içeriye baktım uzun uzun. Zabıt Kâtibi Zeyyat Bey, elinde Cumhuriyet Gazetesi’yle öylece oturuyordu. Bir fark etse yaşardık aslında.
Lodos iyice azdı. Dışarıda kalan bir biz varız sanki dünyada. Bir yandan da başım dönüyor. İyice serseme döndüm, diyorum içimden.
Sonunda Zeyyat Bey beni fark ediyor. Gülümseyerek garsona işaret ediyor.
Mehmet’i içeriye almıyorlar.
Zeyyat Bey iki şekersiz kahve söylüyor.
Garson elime muhabbet çubuğunu sıkıştırıyor, ben Zeyyat Bey’in kulağına eğilip hikâyemi anlatıyorum. Kıkır kıkır gülüyor –rahmetli.
Dönüşte Mehmet’in kolundan çekip Akhisar Kasabı’na sokuyorum.
“Goşt heye, tê bixwî?”[3] diyorum.
“Abi, sen de Kürtçeyi iyice söktün ha,” diyor.
E, olacak o kadar. Kırk yılın hatırı var şu hayatta.
[1] Siya: Kürekleri tersine çekerek sandalı geri yürütme.
[2] “Ekmek, soğan var, yersin?”
[3] “Et var, yersin?”
—