Sonsuzluğun kızı Nefertiti
Kendinle dişe diş, göze göz
Geçitsiz bir yangın tenhasıydı seninki…
Ali K. Metin
Güzeldi kadın.
Geceden kara saçları ve çöl yağmuru renginde bir teni vardı. Bakanların hem korku hem de saygı duyduğu uzak bir krallığın mahir prensesiydi o. Nefsiyle ahbaptı. Yeryüzündeki en ateşli, en delişmen hevaperestti [1] belki de. Başından çok şey geçmiş ve çok şey görmüş bir kadının elleriyle ovalayıp, arındırmıştı kalbini. Mutluydu da. Bir dolu hayali vardı biriktirdiği. Kendini inatla yalnızlığa çivileyen o havvakızlarından biri gibi de olmamıştı hiçbir zaman. Cesurdu kadın, özgürdü. Oysa bilmediği bir şey vardı; sürgün burcunda doğmuştu kadın. Nil’in kalbinde, bir çöl ifritiyle göz göze bir gönül sürgününe mahkûm edilecekti ve o gün geldiğinde, aşkın kudret ve füsununa inananlar, “Aşk tanesi olmadan kimsenin umut tohumu bitmez ki,” diyerek onu cesaretlendirmeye yelteneceklerdi. “Feleğin bile aştan başka mihrabı yoktur, bunu unutma! Aşksız olan bir insan er ya da geç donacaktır, zira onun yüz canı da olsa gönlünde aşkı olmadıkça bir ölüden farksızdır.”
Bir süre için inanacaktı kadın bütün bu söylenenlere. En saf, en çocuksu yanıyla inanacak ve en çok da inandıklarından yana sınanacaktı. Yayını hedefe çekince, muhakkak isabet edeceğini zannederdi çünkü kadın. Halbuki sabah rüzgârından bile daha hızlı büyüyordu sevdası ve ki süratte felekle yarış edercesine çabuk ve telaşla anlayacaktı yanıldığını.
Kadının adı Nefertiti’ydi.
Adamın ki ise Amenhotep…
Yirmi yılı aşkın bir süre devam eden bu efsanevi aşk, sadece Mısır tarihine değil, tüm dünya tarihine de geçecek ve yeryüzünün gelmiş geçmiş en masalsı sevdalarından biri olarak anılacaktı.
Güçlü ve kavi bir kraldı Amenhotep. Bütün bir Mısır halkına göre, saadet hazinelerini açan bir anahtardı o. Yüz kılıçtan daha keskindi bakışları, her kadının hayallerini süsleyecek denli yakışıklı ve kudretliydi. Oysa o günlerde kralın kalbi yalnızca Nefertiti için çarpıyor, onun bir tel saçını bile balıktan aya kadar bütün bir varlık âlemi sayıyor, sevdikçe daha da çok seviyordu.
Peki ya sonra?..
Sonrası Nazım ile Piraye, sonrası Bedri ile Eren, sonrası Selahattin ile Afife… Yani pek tanıdık bizlere, hepimize. Bütün büyük aşklar gibi bu hikâyenin de sonu mutsuz elbette.
Çünkü gitgide yalnızlaşıyordu kadın. Her geçen gün ince, uzun bir yokuş misali büyüyordu yalnızlığı. Eskisi gibi bakmıyordu artık adamın gözleri. Ne ki kadının, bütün bir âleme meydan okuyan o güzelliği bile, anbean metruklaşan yüreğinin gergefinde azalıyor ve kadın, çirkinleştikçe çirkinleşiyordu. Yazık ki adına “aşk” denilen o büyülü şey, bir defa “yitiriş” girdabına düştüğü vakit, bir daha asla iflah olmuyordu. Bu hakikati bilecek kadar yaşamıştı kadın.
Kaybedişinin adı, Kiya idi. Kralın yeni sevgilisi, Amenhotep’in kalbine apansız düşüveren yeni gönül incisi; genç ve güzel Kiya…
Derler ki, aşkın acısıyla dertli ve yüreği dağlı olan kadın, ölürken bile sevdiğine bir mum misali gülümsermiş. Nefertiti de baharını kaçırmış bir zambak misali günbegün ölüyordu sanki. Gönlü, tıpkı şuh gözleri gibi hastaydı artık; paramparçaydı fikri, hissi ve inancı. Hava bile onun ruhundan aldığı kasvetle kararıyor, kendini gerisingeri çekiyor; ne doğan güneşe geçit veriyordu, ne de bir katre yağmura. Gene de tüm kalbiyle seviyordu kadın. Adamın artık bir başkasını sevdiğini bile bile sevmeye devam ediyordu. Öyle ki, bir vakitler zülfünün karasıyla kendine âşık ettiği, gamzelerinin büyüsüyle ona uykuları haram ettiği o yüce, o haşmetli kral bu âlemden göçüp gittikten sonra bile sevmeye devam etti kadın.
Bugün, Mısır mitolojisine değinen pek çok kaynakta “Sonsuzluğun Kızı” olarak okursunuz Nefertiti’nin adını. Kimileri, onun hayatı boyunca daimi bir sonsuzluk arayışı içinde olduğunu iddia ederler. Oysa ben bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum. Bu yazıyı okuyan pek çok kadının da aynı şeyi düşüneceğine eminim hatta. Çünkü bir kadın için en gerçek sonsuzluk, aşk olabilirdi ancak. Bana kalırsa Nefertiti de bu hakikati biliyor olmalıydı, zira onun nazarında aşka menzil olamayacak kadar anlamsızdı günler, geceler ve seneler… Çünkü sevmek, bir ömürle ölçülemeyecek denli uzun ve derin bir kelimeydi. Hani diyor ya Cemal Süreya, “Sevmek, ne uzun kelime…” diye, sizi bilmem ama bence sahiden de öyle. Her hecesiyle sonsuza dek hamle edebilecek kadar uzun ve bitimsiz bir kelime…
Öte yandan Ferhan Şensoy ise şöyle seslenmiş bir şiirinde sevdiğine, belki de sevdiğinden evvel kendi yüreğine;
İşe sevda karıştı, sevda işi bulandırdı.
Bıçak, kemikten hoşnut musun?
…
[1] Nefsinden başka bir kural tanımayan.
—