SAA-1 / 043 Klarnet Bir Dünyayı Yıkabilir
Zırt, bir telgraf geldi bizim eve.
Dedem, zamanında bülbül sesli bir zil almıştı. Yıllar geçtikçe, zilin sesi serçe cikciklemesine kadar düştü. Kapıya gelenin en az otuz defa arka arkaya basması gerekiyor. Benden başka da duyan olmuyor.
Koşa koşa indim üst kattan.
Kapıyı açtım.
“Telgraf, efendi, telgraf! Ağaç oldum burada!”
İmzamı aldı. Katlı sarı kâğıdı elime tutuşturdu.
Baktım, üstünde dedemin adı var. Koşarak geri çıktım üst kata.
Dedem fesleğenle konuşuyor.
“Ene be dini sen çukulata. Tanaba tanaba entububa. Arabina varabina, inşahi. Paluha!”
Divana oturdum. Çünkü biliyorum, uzun sürecek.
Bu fesleğen –tohumdan tohuma uyutulup bekletilerek ve zamanı gelince uyandırılarak– üç kuşaktır bizim evdeymiş. Ben gözümü açtım, gördüm. Dedem de çocukken sular, ikindi güneşine çıkarırmış.
Dolayısıyla dedemle muhabbete başladılar mı –yani dedemin çenesi bir açıldı mı– bitmez kolay kolay.
Beklemekten sıkılınca, babaannemin yanına gittim. Toto oynuyordu.
“Mersin İdman Yurdu maçı ne olur sence?” dedi.
“Berabere,” dedim.
Kupona direkt “1” yazdı.
Bayılıyorum bana karşı bu kadar açık olmalarına!
Elimdekini uzattım.
“Dedeme gelmiş bu.”
Aldı.
Açtı.
Okudu.
“Hay Allah, işimiz var yine!”
“Ne oldu babaanne?” dedim.
Dedemin Tire’deki kuzeni bize geliyordu. Yazdığı tarihte kati ve silahlı halde garajda onu beklememizi istemişti.
Konuyu akşam yemeğinde dedeme açtık.
Tarhana çorbasından sonra yemek yemeği reddetti.
“Şimdi şurada, hemen kuralları belirleyelim,” dedi. “Ona aramızda sadece K. diyeceğiz. Gerçek ismiyle anmayacağız. Ben bizim eski av tüfeğini gece yağlar, paklarım. Ahmet, keser sapını aldın. Sen de sapanın bağlarını bir yokla hanım. Şakaya gelmez bu işler.”
Planımız şuydu: Sabah gelecek ilk Tire otobüsünü dedem karşılayacaktı. Hem tüfek hem de çapraz fişekliğindeki sıkıları dolu olacaktı. Babaannem terminalin çıkış kapısını tutacaktı. Ben de dedeme arkadan yaklaşmaya çalışan şahıslara karşı keser sapımla artçı olacaktım.
“Delirenlere hiç acıma,” dedi dedem.
Beni ne bekliyordu, bütün bunlar ne anlama geliyordu, bilmiyordum. Sormadan yaşamayı öğrenmiştim. Yaşlılar sorudan hoşlanmazlar. Belki de, soruların çoğunu bilememişlerdir de ondan yaşlanmışlardır. Bilmiyorum. Yaşlanabilirsem, belki bilirim.
Ertesi gün orada, hepimiz yerimizdeydik.
Tire otobüsü geldi. Muavin otobüsün arka tekerine takozu yerleştirdi, bagaj kapağını fiyakalı bir kol hareketiyle açtı. Yolcular ip gibi inip toplaştılar orada. Dedem usulca otobüsün ön girişine yaklaştı. El etti içeriye. Bir adam –K. olmalı– korku dolu bakışlarıyla göründü. Uzun ceketinin içinde bir şey saklıyormuş gibi iki elini göğsüne çaprazlama sarmıştı.
Tam o anda, nereden geldiğini bilemediğimiz bir şekilde, önce hafiften, gitgide yükselen bir şarkı duyuldu. Kesinlikle Ümit Besen’in kasetini koymuşlardı. Dedem öfkeyle, bekleme bölümündeki çay ocağının bahçesine çevirdi bakışlarını. Oradan geliyordu. Tam hamle yapıp oraya seğirtecekti ki, K. ceketinin içinden çıkardığı klarnetini inanılmaz bir hızla üflemeye başladı. Klarnet sesi garajda bizim görmediğimiz bir tetiği düşürmüştü sanki. Hemen önümde, yolcu bavullarının tepeleme durduğu demir arabayı iten adam kendini yere atıp kahkahalarla gülmeye başladı. Az ötede yerleri süpüren adam, çığlıklar atarak, uzun saplı çalı süpürgesiyle önüne gelenin kafasına vuruyordu. Bir garson, elinde tuttuğu tepsideki, dumanı üzerinde dolu bardakları tek tek havaya atıp tekmeliyordu. Ağlayanlar, gülenler, camları kıranlar, deli gibi koşturanlar, garip sesler çıkaranlar, ağzı sulananlar, küfredenler, karnına kramp girmiş gibi iki büklüm olanlar… Bir cehennemin ortasında kalmış gibiydik. İşin kötüsü, dedem felç geçirmiş gibi sadece etrafımızdaki yangını izliyordu. Çember giderek daralıyordu.
Bizi o halden kurtaran babaannem oldu.
“Beceriksiz herifler,” diyerek ortaya daldı. Dedemin elinden emektar çifte kırmayı aldı. Önce çay bahçesinin büyük hoparlörünü tek atışta susturdu, sonra karşı duvarda duran büyük ve ışıklı Türkiye Öğretmenler Bankası’nın reklam panosunu patlattı. Herkes kaçışıyordu. Dedem de bu arada kendine gelmişti, K.’nin elinden tutarak çekti. Hep birlikte garajın dışına doğru koşturduk.
İlk taksiye atladık.
Babaannem boş silahı şoföre doğrulttu; “Sakın teybi falan açayım deme,” dedi.
Hızla eve doğru yollandık.
Her şeyi –her zaman olduğu gibi– sonradan öğrendim.
K., Tire Belediye Bandosu’nda çalıyordu. Büyük yeteneklerin büyük dertleri oluyor. Tedavisi mümkün olamayan bir tiki vardı. Ümit Besen’in sesini duyunca –o ses kesilene kadar– doğaçlama çalmaya başlıyordu.
Buraya kadar, en azından bizim için tahammül edilebilir bir durumdu.
Peki, ya ardından yaşadıklarımız?
Babaannemin dediğine göre, hep dedemin geleceği görememesi ve gereksiz yufka yürekliliği yüzünden.
Dedem yıllar önce, biraz da talih eseri belediye meclis azası olunca, ölmeden hayırlı bir iş yapmak istemiş ve belediye garajı yönetmeliğinin değişikliğine önayak olmuş. Buna göre, garajda çalışanların üçte birinin tam teşekküllü devlet hastanesinden raporlu, tik sahibi vatandaşlardan oluşması kayda bağlanmış.
“Ne yapayım,” dedi dedem, “kimse iş vermiyordu bunlara!”
Burada dedemin müthiş yeteneği devreye girmişti. İşe alınma sürecinde herkesi tek tek incelemiş, kimin ne tiki var ve ne olunca harekete geçiyor, ne yapıyor sorularını bir matriks içinde çözmüş, buna göre herkesi işe almıştı.
Fakat uzaktan akraba K. ve onun Ümit Besen tikini elbette hesaba katmamıştı. K. garajda klarnet çalmaya başlayınca, klarnet sesinden bir başkası, ondan da bir öteki ateş alıyor, ortalık cehenneme dönüyordu.
K. beş yılda bir dedemleri ziyarete geliyordu.
Bütün iş, bu ziyareti kazasız belasız atlatmaya bakıyordu işte.