FİLM EKİMİ: Son yapraklar düşmeden
Dardenne kardeşler, Lars Von Trier, Cronenberg, Soderberg, Kaurismaki, Gus Van Sant, Jafer Panahi ve daha pek çok önemli yönetmen… Filmekimi, 10. yılında her yıldan biraz daha parlak bir yıldızlar karmasıyla seyircisinin huzuruna çıkıyor. Üstelik festival kapsamında bu kez sadece İstanbul’da değil, Trabzon, Bursa, Diyarbakır, Konya ve İzmir’de de gösterimler olacak.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen Filmekimi, 08–15 Ekim tarihleri arasında, Berlin, Cannes, Venedik ve Toronto’da dünya prömiyerlerini yapan filmlerle usta yönetmenlerin son filmlerinin de aralarında bulunduğu 40’a yakın filmle izleyicilerin karşısına çıkacak.
Parmakla gösterilenler
Her film festivalinde olduğu gibi Filmekimi’nde de eleştirmenler ve sosyal paylaşım sitelerince mutlaka görmemiz salık verilen filmler var. İnternette kısa bir gezinti yaptığımızda neredeyse herkesin üzerinde hem fikir olduğu filmlerin listesini kolayca çıkarabiliriz.
The Fly, Videodrome, Naked Lunch gibi genelde seyri zor, rahatsız edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen David Cronenberg’in 16. filmi A Dangerous Method, Filmekimi’nin en merak edilenleri arasında geliyor. Film, psikoloji dünyasının iki dev ismi Sigmund Freud ve Carl Jung’ın usta-çırak ilişkisini ve bir kadının aralarına girmesiyle bozulan dostluklarını anlatıyor. Filmde Cronenberg’in son filmlerinin daimi oyuncusu Viggo Mortensen’in yanı sıra Keira Knightley ve Vincent Cassel yer alıyor.
İranlı ve ne yazık ki ülkesinde yasaklı yönetmen Jafer Panahi’nin Mojtaba Mirtahmasb ile birlikte yönettiği In Film Nist (Bu Bir Film Değil), aslında sorgulanmadan kabul gören değerlere tepeden karşı bir manifesto. Filmin USB belleğe yüklenilip Cannes Film Festivali’ne bir kekin içinde getirilmesi gibi jamesbondvari hikayesi bir yana filmin kendisi de sinemanın alışılagelmiş kurgusal ve metinsel kanunlarına başkaldırıyor. Türkçe adıyla müsemma “Bu Bir Film Değil”de Panahi kamera karşısına geçerek çek(e)mediği filminin konusunu sahne sahne, kafasındaki tüm detaylarıyla anlatıyor ve soruyor: “Madem anlatılabiliyor. O halde filmi yapmaya sahiden gerek var mı?”
Jean Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin filmi Le Gamin Au Velo (Bisikletli Çocuk) Filmekimi’nin en ağır toplarından biri.La Silence de Lorca (Lorca’nın Sessizliği), L’enfant (Çocuk) gibi filmleriyle dünyadaki tüm festivallerin gözbebeği olan Belçikalı Dardenne kardeşler, en son Cannes’da Grand Prix (Büyük Jüri) ödülünü Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da adlı filmiyle paylaştı. 11 yaşındaki bir çocuğun hikayesini sessiz sedasız ama masalsı bir dille anlatan Bisikletli Çocuk için eleştirmenler “Dardenne’lerin en iyimser filmi” diyor.
Filmekimi’nin bir diğer önemli yönetmeni ise Lars Von Trier. Son Cannes Film Festivali’nde yaptığı açıklamalarla “persona non grata” (istenmeyen adam) ilan edilen ve festivalden atılan Danimarkalı yönetmen, Melancholia ile kendi dilinde bir “dünyanın son günü” hikayesi anlatıyor. Melancholia’yı Trier usulü bilimkurgu ve felaket filmi diye adlandırabiliriz.
Soderberg, Kaurismaki, Gus van Sant ve niceleri
Bunların dışında Soderberg’in filmi Contagion (Salgın), kırmızı halı geçiş töreni tadındaki (Marion Cotillard, Matt Damon, Laurence Fishburne, Jude Law, Gwyneth Paltrow, Kate Winslet) rüya kadrosu ve yönetmenden izlemeye alışık olmadığımız gerilimli senaryosuyla merak uyandırıyor.
Finlandiyalı büyük usta Aki Kaurismaki, Le Havre (Umut Limanı) ile yine naif, yine insan odaklı ve yine “az laf çok iş”le ilerleyen şiir gibi bir seyirlik sunuyor. Daha önce Kaurismaki filmlerinden birini izlemiş olmak ustanın yeni filmine koşa koşa gitmek için yeterli bir sebep zaten.
Gus Van Sant, Restless’ta (Senin İçin) bir aşk hikayesi anlatıyor. Film yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi biraz karamsar, biraz içine kapanık ama en çok da özgün ve sade bir dile sahip. Elephant ve Gerry gibi farklılıklarıyla sinema tarihine geçmiş filmlerin yönetmeni Gus Van Sant, hayal kırıklığına uğramaktan korkan festival izleyicileri için güvenli bir liman gibi görünüyor.
En çok Before Sunrise ve Before Sunset’in esas kızı olarak tanıdığımız oyuncu/şarkıcı/yönetmen/senarist Julie Delpy’nin Le Skylab’ı (Gökten Bir Uydu Düştü), 3 nesil boyunca bir ailenin izini sürüyor.
İskoç oyuncu Paddy Considine’in yazıp yönettiği ilk film Tyrannosaur (Tiranozor) merak uyandıran adı ve aldığı ödüllerle ilgiyi hak ediyor. İzleyenlerin çok sevdiği bağımsız film Me and You and Everyone We Know’un her şeyi Miranda July yine nev-i şahsına münhasır bir film olan The Future (Gelecek) ile sonbaharımızı renklendirmeye geliyor.
Canınız siyah beyaz ve sessiz fakat 2011 yapımı yepyeni bir film izlemek isterse Filmekimi programında o da var. The Artist sessiz dönem klasiklerine şık bir saygı duruşu sunarken son yılların yükselen değeri Fransız oyuncu Jean Dujardin yıldızını biraz daha parlatıyor.
Saman kâğıtlardan beyazperdeye
Edebiyat uyarlamaları izleyiciler tarafından çoğu zaman kuşkuyla karşılanır. Hatta kimimiz zihninde canlandırdığı roman karakterlerini beyazperdede kanlı canlı halde görme fikrine karşı tamamen önyargılıyızdır. Ne yazık ki bu önyargılar çoğu zaman sahiplerine zaman kazandırıyor. Çünkü birkaç istisna dışında edebiyat uyarlamaları genelde hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Filmekimi’nde bu istisnalardan olmalarını umduğumuz 3 film var.
Charlotte Brontë’nin klasik başyapıtı Jane Eyre’nin yer yer gotik, kısmen romantik hikâyesini Yönetmen Cary Joji Fukunaga ve senarist Moira Buffin beyazperdeye uyarladı. Sleeping Beauty’de karşımıza pek alışık olmadığımız bir şey çıkıyor. Yönetmen Julia Leigh, aynı zamanda romanın yazarı. Avustralyalı yazar yönetmen Leigh’in yazdığı romanı beyazperdeye aktarma serüveni ilgiyi hak ediyor. Film Jane Campion’dan da “varoluşçu sinemanın çağdaş bir örneği, yürek yakan, korkutucu, şaşırtıcı ve güzel bir film” sözleriyle övgü almış.
We Need To Talk About Kevin (Kevin Hakkında Konuşmalıyız)’ı özel kılan 2 şey var. Bir; başrolünde Tilda Swinton var, iki; filmin müziklerini Radiohead’ten John Greenwood yapmış. İskoç yönetmen Lynne Ramsay imzalı film gösterildiği Cannes’da da olumu eleştiriler aldı.
“Yalnız ve güzel”ler
Herhangi bir kategoriye koyamadığımız, bu yüzden ayrı başlıkta önereceğimiz filmlerin başında bir Türk yönetmenin filmi geliyor. Yasemin Şamdereli’nin filmi Almanya’ya Hoşgeldiniz, adından da az çok anlaşılacağı üzere Almanya’daki ilk nesil Türklerin anılarında bir yolculuğa çıkıyor. Film Berlin Film Festivali’nde ilk kez gösterildi ve kendine has mizahı diliyle beğeni topladı.
Bir internet projesi olan Life In A Day, (Dünyada Bir Gün) prömiyerini doğasına uygun olarak Youtube üzerinden yaptı. Filmin yapımcıları, 24 Temmuz 2010 günü dünyanın her yerindeki insanlardan o günü nasıl geçirdiklerini anlatan bir video çekmelerini istedi. 192 ülkeden toplam 4.500 saatlik video kaydı arasından işte bu film ortaya çıktı. Tuhaf ve merak uyandıran bu proje 21. yüzyıla dair derinlikli bir antropolojik çalışma olarak görülebilir.
Filmekimi’nin gösterim çizelgesini buradan ulaşabilirsiniz.