Küçük Prens geri geldi
Küçük Prens aniden geri döndü. Her tarafta, her vitrinde karşımıza çıkmaya başladı. Bazen aynı kılıkla, bazen de farklı farklı kılıklarla. Meğer Saint-Exupéry’nin 70 yıllık telif süresi sona ermiş. Artık Küçük Prens’i çevirmek için kimseden izin almak gerekmiyormuş.
Öyle severdim ki Küçük Prens’i… Bir kere, küçüktü. Pek akıllıydı, prensler gibi giyinmişti. Bir gülü, bir de tilkisi vardı. Üstelik de sadece bana aitti. Demek annemin ben daha okuma yazma bilmeden bana okuduğu kitaplar arasında değilmiş. Hayret! Çünkü güzel Fransızca kitapları da çevirirdi bize. Bahçıvan Matyö Baba’nın tarlalarını talan eden, havuçlarıyla turplarını çalan tavşan Jano’yu çok iyi hatırlıyorum mesela. Onun ilk kitabı bana okunduktan sonra, bütün boylu boslu büyükçe tavşan oyuncakların adı Jano oldu (en güzeli, doktorum İhsan Hilmi Bey’in muayenehanesindeydi), küçüklerin de Pofuduk. Tavşanlarla aram hep iyi olmuştur.
Ama tilkileri de severim. O da çocukluk kitaplarının bir armağanı olsa gerek. Küçük Prens’in tilkisi evcilleştirilmek istiyordu. Hayatı çok monotondu çünkü. O tavşanları avlıyordu, avcılar da onu. Sıkılır elbet. Evcilleşince onun için bir şey ifade etmeyen buğday tarlaları ona, kendisini evcilleştiren arkadaşının altın sarısı saçlarını hatırlattı. Tilki de ona gülünün dünyada bir eşi benzeri olmadığını söyledi. Artık evcilleştirilmiş bir tilkisi, eşsiz bir gülü vardı. Bunlar bana nedense onun kendi gezegeninden ayrılıp başka gezegenleri dolaşmasından daha önemli gelmişti.
Önceleri İki Çocuğun Devriâlemi’ndeki (Jean de la Hire) iki çocuğu, yani Jano ile Yanik’i Küçük Prens’ten daha fazla severdim. Maceracı çocuklardı, oradan oraya gitseler de hep dünyada kalıyorlardı. Ne tehlikeler atlatıyorlardı! Ders kitaplarının içinde gizli gizli okuduğum için bu kitap başıma çok iş açmıştır. Hep yakalanıyordum çünkü. En üst kata ders çalışacağım diye çıkıp da üç dört saat sesi çıkmayan çocuktan haliyle şüphe ediyorlardı. Ama yıllar geçtikten sonra gene, defalarca okuduğum Küçük Prens’i hâlâ eskisi kadar sevdiğimi, kaç yaşında olursam olayım benim kardeşim olduğunu keşfettim. Bugün de öyledir.
Onu tanıyanlar, sevenlerle aramızda konuşuyorduk. Yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin (gene uçaklı, çöllü) başka kitaplarını okuyorduk. Sonra Küçük Prens aniden geri döndü. Her tarafta, her vitrinde karşımıza çıkmaya başladı. Bazen aynı kılıkla, bazen de farklı farklı kılıklarla. Meğer Saint-Exupéry’nin ölümünden sonraki 70 yıllık telif süresi sona ermiş. Artık Küçük Prens’i çevirmek için kimseden izin almak gerekmiyormuş (Bugüne kadar telifini almış olanlara da, “Yetmedi mi?” diyeceğiz herhalde). Bu süre sona erince de, “Ah şunu bir bassak,” diye bekleyen pek çok yayınevi (en azından 30 tane oldukları anlaşılıyor) bir telaş, vitrinleri doldurmuş.
Ondan sonra da çeviri tartışmaları başladı. Kitap ilk kez Bilgi Yayınları’ndan çıkmıştı. (Necati Güngör yeşil bir kapağı olduğunu söylüyor). Cemal Süreya-R. Tomris imzalarını taşıyordu. Can Yayınları’ndan çıktığında imzaların sırası değişip, Tomris Uyar-Cemal Süreya olmuş. Güngör, şairin buna alındığını söylüyor. Acaba şimdiki çevirileri görse ne derdi? İyi ya da kötü anlamında demiyorum. İnsan kendi çevirisini sahiplenir, korumak ister. Bir de çocukluk kitaplarını neredeyse kelime kelime hatırlar. Sonradan farklı şekilde çevrilmeleri de onu rahatsız eder.
Ben, mesela, küçükken Pal Sokağı’nın Çocukları’nı (Ferenc Molnár) da çok severdim. Şimdi kimin çevirdiğini hatırlamıyorum, belki bakmamışımdır bile. Küçüktüm. Ama ufak tefek terzinin küçük oğlu Nemeçek’i ve arkadaşlarına ihanet edip sonra geri dönen Gereyb’e Pal Sokağı Çocukları’nın başındaki Boka’nın, “Gene de iyi çocuksun, Gereyb,” demesini hiç unutmadım. Gereyb buna biraz kızmıştı, “Gene de,” dedi diye. Ben de ona kızardım. “Ne yapsalardı yani? Seni sırtlarında mı taşısalardı? Hainin birisin işte,” diye söylenirdim. Tarık Demirkan’ın YKY’den çıkan o güzelim çevirisi de sırf bu cümle birazcık farklı diye içime sinmemişti. Oysa o zaman büyümüştüm de.
Demem o ki, çocukken okunan çevirilerin iyiliği ya da kötülüğünden çok, çocukların onları nasıl hatırladığı önemli oluyor. Büyüdükleri zaman bile. Ben bugün de Alice Harikalar Diyarında (Lewis Carroll) ile Su Bebekleri’nin (Charles Kingsley) ben çocukken piyasada olan hallerini, çevirilerini özlerim. Hatta bir arkadaşım fıldır fıldır aranmış, Alice’i olmasa da Su Bebekleri’ni bulmuştu benim için. Sağol Selo’cuğum… Ama kitapları büyükken okuyorsanız, çeviriye önem veriyorsanız, o zaman çeviriler arasında bir mukayese yapmaya girişebilirsiniz. Hatta, bir konferansa önce şalvarlı, fesli gittiği için kimsenin keşfine inanmadığı, devrimden sonra ülkesindeki bir diktatör öyle giyinenlere ölüm cezası verdiği için modern, şık bir kılıkla gidip keşfi kabul edilen gökbilimcinin geldiği ülke Türkiye’yse eğer, malum liderin diktatör olmayacağı düşüncesiyle kitabın bu kısmı da epey değiştirildi. Hatta bazen bu bölüm atlandı.
Ne olursa olsun, herkes hangi vitrine baksa Küçük Prens’i görüyor. Artık dünyada birçok arkadaşı olabilir. Dolayısıyla, tilki ile gülün de… Şimdi düşündüm de, ben aslında sarı, incecik gövdeli yılanı da severdim.
—