Bu kadarı da olmaz ki!
Herhalde dünyada en zor şey insanları güldürmek, üstelik de kaliteli esprilerle güldürmektir. Hele bir de dünya ahvaline gönderme yapıyorsan, değme gitsin!
Annem sakin, zarif bir hanımefendiydi. Oluyor işte, armut dibine elma düşer gibi. Her şeyin ölçülü yapılmasını isterdi. Doğrusu ben de bu konuda gayret gösteren bir çocuktum. Ancak bir kere, Atlas Sineması’nda daha önce kitabını okuduğum Kilimanjaro’nun Karları / The Snows of the Kilimanjaro’yu izlerken, Gregory Peck nasıl olsa ölecek diye önceden ince bir ağlama tutturmuştum. Ölüm ânı yaklaştıkça, bu ince ağlama yavaş yavaş höngürdemeye dönüştü. Sinemacılar finali değiştirdiği için, Peck ölmese de, ben bir kere başlamış olduğum için kendimi tutamamıştım. Annem bana şöyle bir yandan bakıp,”Beni rezil ettin,” demişti.
Oysa sonuçta edebiyat seven bir çocuktum, değil mi?
Daha sonra gülmek yüzünden de buna benzer azarları sık sık işitmişimdir. Bunların hepsi tek bir kişinin başının altından çıkmıştır. Beni otobüste, trende, vapurda (en çok vapurda), hatta misafirlikte güldüren kişi… Misafirlikte dayanamayıp elime kitap aldığım için iki kere kabahatliydim zaten. Ama ne yapayım ki, çocuk yaştayken de Aziz Nesin okuyunca kıkır kıkır gülmekten kendimi alamıyordum, şimdi de alamıyorum.
Herhalde dünyada en zor şey insanları güldürmek, üstelik de kaliteli esprilerle güldürmektir. Hele bir de dünya ahvaline gönderme yapıyorsan, değme gitsin! Aziz Nesin’in yazdıklarına gülmekten kendimi alamazdım. Gülmeye başlar, insanlar niye gülüyorum diye bana baktıkça ben de onlara bakar, daha da fazla gülerdim. Hepsi komikti. Asıl adı Nusret olan Aziz Nesin’in, hikâyelerindeki adıyla Hasan olarak babasından yediği fırçalara hiç dayanamazdım. Hani bir şey ısmarlayıp dururlarmış da parası olmadığı için bir türlü alamazmış. Akşam eve gelince eliyle alnına vurur, “Tüh! Unuttum!” dermiş. Bir akşam kapıyı babası açmış, ısmarlanan şey neyse artık (belki yarım kilo kıyma) onu sormuş. Aziz/Hasan’ın zaten eli boş, yüzündeki mahçup ve pişman ifadeyi de görünce babası önce yüzüne tükürmüş, sonra diğerlerine dönüp “Unutmuş!” diye açıklamış.
Bir de “Muni” vardı. Çok meraklı, gördüğü her yeni şeyi öğrenmek isteyen çocuk hakkında. İster uysun ister uymasın, terbiyeli-terbiyesiz her şeyi, insanı canından bezdirene kadar sorardı. Doğru dürüst konuşamadığı için, kendi dilinde “Mu ni?” diye… Sonunda bir büyüğü öyle kızdırdı ki, üst üste belki yirminci kez aynı şeyi sorduğunda, küçüklerin de büyüklerin de ağzına hiç yakışmayan bir cevap aldı. Adamcağızın kendisi de alı al moru mor oldu. Üstelik birisi bir şey için benzer bir soru sorunca da, küçük meraklı, öğrendiği cevabı adlı adınca verdi. “Ananın…”
Daha çok hikâyelerini severdim. Örneğin, köyün fingirdek kadınına tutulmuş dağ gibi bir pehlivan vardı ki, erimiş gitmişti. Kadın başkalarıyla fingirdeşir, zavallı eski sevgili araya girmeye kalkınca da, yeni sevgilisine onu dövdürürdü. “Fur! Fur! Ne öpir ne öptürür, fur aslanım fur!” Üstelik çiroza dönmüş ama tutkusundan cayamamış delikanlıya acırdım da. Bir de oyunlarını severdim Nesin’in:
Komikten ziyade tuhaf, yer yer hazin oldukları halde.
Memleketin Birinde Hoptirinam’ı okuduğumda ise o memleketin hangi memleket olduğunu anlayacak yaştaydım. Sözleri, yerleri değişmiş marşlarla şarkılar da vardı, malum bir dönemden kalma: “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz / Biz koltuğa alıştık gitmeyiz de gitmeyiz.”
Ama beni en boğulurcasına güldüren, İngilizce bilmediğini iddia eden Hasan/Aziz’in çevirdiği Teknede Üç Kişi’ydi. Yazarı Jerome K. Jerome’u da onun sayesinde tanıdım. Sahiden de teknede üç kişiydiler: Jerome ile arkadaşları Harris ve George. Bir de köpek: Montmorency (kitabın özgün adında da var zaten: To Say Nothing of the Dog) Londra’dan Oxford’a kısacık bir gezi, ama on dokuzuncu yüzyılın bütün saçmalıklarını, komikliklerini, yasaklarını, beğenilerini içeriyor. Derler ki, House’un Hugh Laurie’si fevkalade bir şekilde okurmuş. Onu bilmem ama sözde İngilizce bilmeyen Aziz Nesin fevkalade bir şekilde çevirmişti. Hatta ben ergen çağda orijinalini okuyunca pek de beğenmemiştim. Çevirmeni kadar iyi yazamayan yazarı da pek ayıplamıştım. Meğer Nesin, bize hitap etmeyen uzun bölümleri, tasvirleri çıkarmış. Nereden bileyim, insanları her dilde güldürebilmenin Allah vergisi bir marifet olduğunu? Doğrusu bu marifet Aziz Nesin’de fazlasıyla vardı.
Sokaklarda kik kik gülüp azar işiten çocuklara sorun, inanmazsanız…
—