Çemberlerin İkliminde
Bugüne dek, çemberlerin insan hayatındaki yerini gösteren pek çok mit işittim, okudum. Şamanlar misal, bir şeyi yok etmek istediklerinde resmini çizer ve onu devasa, alevden bir çember içine hapsederlerdi.
Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim,
Mutsuz olacaksın…
Murathan Mungan
Zaman olur ki, hepimiz çember içre çemberler içinde, adeta bir kâbusu andırır vaziyette, bir nevi hayalet gemi misali kalakalırız çekildiğimiz köşelerde. Bu, “Her an çok fena bir şey olabilir,” tabiatı ile acemi, çolpa ve yarım kalmış fikirlerle olduğumuz yere çakılıp kalmaktır kimi zaman. Bir korunak yahut sığınılacak bir kale gibi görüp içine, derinlerine sızdığımız bütün o çemberler, gerçekte kabuklaşan düşlerimizden ibarettir sadece. Ve bilinen tüm geometri kurallarının ötesinde, insani çemberlerin hesaplanabilir bir orta noktası, çapı, yarıçapı falan da yoktur. Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde… Asıl sual de budur; içeride misin yoksa dışarıda mı? Ya kendini uzun, upuzun darağaçlarına kendi ellerinle mıhlamışsındır, ya da kırıla kırıla büyümeye alışkın bir kuş gibi göğü yırtarak çoğalmayı seçmişsindir. Ya harabesinden hoşnut bir gömü misali bile isteye mahpusu olmuşsundur duvarların, ya da batıp çıkan yelkenler gibi cenkteşi olmuşsundur acımasız suların.
Sizi bilmem ama ben bu yazıyı uçsuz bucaksız, dipsiz, koyu, mavi bir boşluğa kendimi bırakırcasına yazdım. Kelimeler, çığlıklar halinde ufkumu delip geçerken, içimde bir yerlerde birkaç hayati çemberin daha hızla infilak edişini seyrettim. Üzerinden atlayıp geçtiğim duvarlardan birinin kenarına yaslandım ve geride, çemberlerin ikliminde yaşayıp giden insanlara uzaktan da olsa şöyle bir baktım. Bu, hayatın içindeki tüm renkleri solduran türden bir yıkılışa benziyordu aslında, ama tek bir farkla; burada yıkım, yerle yeksan olan, tozu dumana katan beton parçalarıyla değil, aksine, her an, her saniye gitgide yükselen duvarlarla geliyordu ve hiç kimse bunu görmüyordu.
Bugüne dek, çemberlerin insan hayatındaki yerini gösteren pek çok mit işittim, okudum. Şamanlar misal, bir şeyi yok etmek istediklerinde resmini çizer ve onu devasa, alevden bir çember içine hapsederlerdi. Çünkü yok edilmek istenilen şey her ne olursa olsun, onu belirli bir sınırın içine mıhlayıp bırakmak demek, aslında anbean küçülterek, öldürmek demekti. Gök Tanrı’cılara göre ise dünya, başlı başına dönen bir çemberden ibaretti zaten. Her şey bu çemberin içinde ve dışında vuku bulurdu. Hiç durmadan eskir ve yenilenirdi çember. Kimi zaman sarsıcı derinlikler çizerdi boşluğa. Ne ki, her keresinde yine başlangıcına döner, tamam olurdu cümle âlemiyle. Bazen, ya içinde olurdun ya da dışında; bazen de sadece dönen bir çemberin kenar çizgileri üzerinde. Yürüdükçe varırdın zıddiyetine, yürüdükçe gerisingeri dönerdin özüne. Hayat, en şaşırtıcı haliyle yankılanırdı böyle; içinde, geri dönüp de gördüklerinde.
Bir arkadaşım, adı Fidel; araştırmacı. Bir grup Perulu şaman şifacıyla birlikte, çemberlerin mistik âlemde ne anlama geldiklerini çözümleyebilmek için uzun bir süre adına “Büyücü Doktorlar” denilen bir kabileyle birlikte uzak bir ülkenin, uzak bir köyünde yaşamaya mecbur oldu. Yola çıkmadan evvel “mecburiyet” olarak isimlendirdiği bu görev, geri döndüğünde tarifi imkânsız bir mutluluğa dönüşmüştü. İlk iş, on yıldır oturduğu hayli güzel ve şık dairesini elden çıkardı. Senelerce özenle biriktirdiği antikalarını birer birer dağıttı. Çalıştığı akademiden istifa etti ve elinde küçük bir bavulla, evvela Ekvator Andları’na doğru yola çıktı. Şimdilerde nerededir bilmem, ruhunda büyüyen tüm çemberleri yok ettiğinden bu yana, kendini yeryüzü vatandaşı ilan ederek köklerinden sıyrıldı ve o gün bugündür de hep yollarda. Zaman zaman gittiği yerlerden gönderdiği kartpostalları büyülü birer kâğıt parçası gibi saklıyorum. Fidel’in yolladığı son kartta, “Unutma,” diye yazıyordu, “unutma ki, kendine ördüğün bütün o çemberler, var olan tüm ateşli silahlardan daha ölümcül.” Bu söz, Sibiryalı bir şaman şifacısına aitmiş aslında. Şifacı bir şaman, bir hastayı iyileştirmesi için çağırıldığında, ilk görevi hastalığın bedenin hangi bölgesinde olduğunu tespit etmek ve hemen sonra da onu irili ufaklı onlarca çemberin içine hapsederek kurutmak, yok etmekmiş. Tunguzlu şamanlar bu yolla iyi ederlermiş ömürlerini. Asıl büyü de buymuş meğer. Çemberler daraldıkça, içindeki de her ne ise aynı hız ve habislikle tükenip gidermiş en nihayetinde.
Şimdi ben, terkisinde hayatın ta kendisini taşıyan sözcüklerin hikmetine sığınmış bir kalem sahibi olarak yürüyorum çemberler boyu. Yürüdükçe küçülüyor çemberler, içimin buzları eriyor sonra. Duvarlar arasına mıhlanıp kalmaktansa, kavimsiz toprakların hayaline meyyal bir seferi olmayı yeğliyorum. Böyle böyle büyüyorum belki. Teller, sınırlar, sınırlılıklar azaldıkça kalbim genişliyor sanki, içim sıra yepyeni tüneller uzuyor. Şu tuhaf yaradılışlı şamanlar, kesinlikle bu işten iyi anlıyor ve içlerinden bir tanesi, kim bilir belki de Fidel’in yardımıyla eğilip, kulağıma usulca fısıldıyor;
Çemberlerinden kurtul ey evlat! Kalk ve dışarı çık! Kaleme aldığın bir hikâyeyi temize çeker gibi temize çek kendini. Mürekkep hokkanı yeniler gibi yenile kendini. Çünkü buradan dışarı bir yol olmalı! Seni bu bitimsiz duvarlardan kurtaracak bir yol muhakkak olmalı. Git ve bul onu! Bırak, zihnindeki kelimeler hamle etsin şimdi, yaşama doğru…
Ve bir Murathan Mungan şiirinde dediği gibi; ya dışındayız ya da içinde. Ya duyacağız bu sesi, ya da ilelebet susup, çekileceğiz içlere.
Herkese ferah fahur bir hafta dileğimle;
Çemberlerden uzak, bütün bir yeryüzüne yakın…
Ya da Tunguzlu bir şamanın deyişiyle;
“Siz siz olun, köklerinizden sakının!”
…