Pardon, kaç mezunuydunuz?

Pardon, kaç mezunuydunuz?

SEVİN OKYAY
Zamanlı Zamansız - 02 Mayıs 2015

Lise yaşındayken bu arkadaşları ister bir daha hiç görmeyeceğinizi, ister onlardan ayrılamayacağınızı düşünün; bilin ki, yıllar yıllar sonra size gene de herkesten yakın bu (artık) yaşlı insanlarla şen kahkahalar atarak küçük kutlamalar yapıyor olacaksınız.

Seres bize e-mail atıp Bursa’ya gideceğimizi söyledi. Tıpkı Edirne gibi olacakmış. Sınıf arkadaşmız Filiz (ki kendisi şimdi tanat Tarihi profesörü) Bursa’da kendi seçtiği yerleri bize anlatacakmış. Doğrusu Filiz’i dinlemenin tadına doyum olmuyor. Külliyeleri, camileri, türbeleri hem eksiksiz, yanlışsız anlatıyor, hem de o dönemin incelikleriyle süslüyor. Tarihi dedikodular da cabası.

Tabii bu sefer favorimiz, Muhteşem Süleyman’dı. Arkadaşlarımın Şehzade Mustafa konusundaki hassasiyetleri beni çok memnun etti. Gerçi Filiz’in eline su dökemem ama, biz de, has bir Abdullah Ziya Kozanoğlu okuru olarak, şehzadeyi onun adını alan kitapla, Sarı Mustafa namıyla tanımıştık. Çocukluk yıllarımın en unutulmaz kahramanlarından biridir. Tarihi gerçeklere pek uymuyormuş diyorlar kitap için. Hangisi uyuyor ki?

Kısacık bir yolculuktu, bir gün başladı, ertesi gün bitti. Mayıs sonunda Karadeniz’e gidecek olanlar, daha ilk günden kaynatmaya başladılar. On yedi kişiydik, hiç de az değil yani. Böyle bir grupla, iki yıl önceydi galiba, bir Karadağ-Hırvatistan-Bosna/Hersek gezisi yapmıştık, tadı damağımızdadır. En çok da Dubrovnik’te kalmıştık. Şehir halen gözümün önünde. Eski şehir, tabii. Benim gene bacaklarımın, özellikle sağ dizimin marifetlerini gösterdiği bir dönem olduğu için, oradaki mekân ziyaretlerinde, hele yer biraz yüksekteyse, arkadaşlarımı şöyle uğurluyordum: “Siz gidin, dönüşte beni kafeden alırsınız.” Onlara da pes yani. Dubrovnik surlarında bile keçi gibi koşturdular.

Aslında 1963 mezunlarına göre, hiç fena sayılmayız. İki yıl yetiştirici, bir yıl da fazladan lise okuduğumuzu hatırlatmak isterim. Bir kısmımız ilkokulu bitirip koleje, prep’e girdi (toplam beş yıl); bir kısmımız da başka bir ortaokuldan sonra liseye girdi (intro hariç, dört yıl). O zaman aramızda ayrı gayrı var mıydı, hatırlamıyorum. İlk dönemde mutlaka bir gruplaşma olmuştur ama bu da bir tahmin sadece. Uzun yıllar sonra, Seres sayesinde bir araya gelmeye başladık. Ben geç kaldım, aralarına katıldığımda hayli gezi yapmışlardı. İlk olarak Hilton’daki bir yeni yıl partisine (yılbaşından bir hafta kadar önce nezih bir kutlama yapıyoruz) bir hafta erken gitmişim. Zamanı hiç tutturamam zaten, ya erken, ya geç… Bir garsona, Seres Hanım’ın grubundan olduğumu söyledim. “Yalnız o grup önümüzdeki hafta geliyor hanımefendi,” dedi. Sonra da halime acıyıp bana çay ikram etti. Ama ondan beri, pek çok yeni yıl buluşmasına, kimi gezilere ve muhtelif yemeklere katıldım: Doğum günü yemekleri, yurt dışından gelen bir arkadaş şerefine verilen yemekler, Kadıköy yakası kızlarının yemekleri…

Bazen de, okuldaki grupların kendi aralarında buluşmaları. Bizim de dört kişilik bir grubumuz vardı. Bu gruptan Leyla’yla geziler ve yemeklerde genelde birlikteyiz Ama bir gün Zeynep’in evinde bütün grup buluştuk. Bu sayede, çok uzun yıllardır görmediğim Senar’ı da gördüm. Senar benim ilk okul arkadaşımdır. Kimse korkmasın ama, 1949’da tanışmıştık demek istiyorum. Beşiktaş Şair Nedim İlkokulu’nda… Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne (adeta şimdiki Robert Lisesi) ilk girdiğimizde, ilkokulu birlikte okumuş epeyce arkadaş vardı sınıfımızda. Ancak bunların bir kısmı, Şişli Terakki gibi öğrencilere İngilizce de öğretilen okullardı. Biz ise, yes, no, tenk you, ay lav yu veri maç’tan (ona da ‘meri maç’ derdim) ötesini anlamayan zavallılardık. Üç ayda falan durumu düzelttik.

Kaç yaşında olduğunuza bağlı olarak, aranızdan bazıları bu durumu hayretle karşılıyor olabilir. Bizim kaç yaşında olduğumuzu vurgulamak istemiyorum, bu konuda hassas olan arkadaşlar var. Kendim için söyleyeyim: İlkokulu 1954’te, ortaokulu 1959’da, liseyi de 1963’te bitirmişim. Hassas olsan ne yazar? Ancak, okuldayken de, mezuniyetten sonraki ilk yıllarda da, arkadaşlarımı bu kadar özleyeceğim, dahası “Bana teyze dediler!” çağını çoktan aşmışken onları eskisinden daha çok seveceğim aklımın köşesinden geçmezdi. Biraz da ileri(ce) yaşın sükûnetine, hoşgörüsüne bağlıyorum.

Oysa yemeklerde, gezilerde, bir araya her gelişimizde, yaşını başını almış hanımlardan ziyade ortakul çocuklarına benzediğimiz bir gerçek. En son Bursa’da, Rayiha’nın doğum gününü bir restoranda kutlarken o kadar güldük ki (İlahi Suzi!), hiç tanımadığımız iki kişi gelip ‘genç’ masamızı kutladı, biri garson destekli bir sözümona selfie bile çekti. Mezuniyet yılımız, kimden kaynaklandığını anlamadığım bir hatayla 1989 olarak belirtilmiş. Birkaç saat keyfini sürdük doğrusu. Yanlışı düzelttikten sonra da 1989 dilimizden düşmedi. Bulunduğumuz yere göre, insanlar bize ya, “Ne mutlu size!” ya da, “”Yakışıyor mu?” bakışlarıyla bakıyor. Evet, ne mutlu bize. Bir araya her gelişimizde ortaokul/lise çocuklarıyız. Erken gelen, okuldayken en iyi arkadaşı kimse ona yer tutuyor. Bu toplantıların bizi gençleştirdiğine, en azından olduğumuz yerde tuttuğuna inanıyorum. Yakışıyor mu? İster yakışsın, ister yakışmasın. Eskiyle yeniyi karıştırıp kaynatıyoruz: Beyhan, sonra kediyi bulduk muydu? Leyla, nisanda nasıl denize girmiştik ama? (Ben az daha kalpten gidiyordum.) Füsun, sen de Hazım Ağbi’nin arabasındaydın, değil mi? vs. Bu arada bazılarımız; en çok da Fatoş, Seres, Leyla, Suna telefonlara çat çat basıp buluşmaları tarihe mal ediyorlar.

Onun için diyorum ki, lise yaşındayken bu arkadaşları ister bir daha hiç görmeyeceğinizi, ister onlardan ayrılamayacağınızı düşünün; bilin ki, yıllar yıllar sonra size gene de herkesten yakın bu (artık) yaşlı insanlarla şen kahkahalar atarak küçük kutlamalar yapıyor olacaksınız.

 

, , , ,
Share
Share