Yalnızlığın ve Sessizliğin Tanrısı

Resim: : Viking Mythology

Yalnızlığın ve Sessizliğin Tanrısı

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 28 Mayıs 2015

İskandinavlar’ın “Yalnızlık ve Sessizlik Tanrısı”ndan söz ederken, aynı zamanda ömrümüzün başında, ortasında yahut sonunda bir yerde apansız açılıveren o koyu, karanlık ve dipsiz deliklerden bahsetmemek olmaz.

 

Hangimiz yıldızlı bir gecede
kâinatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız…
Hiçbir şey, insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur

  

Her ne kadar size anlatacağım bu hikâye çok, çok eski bir Viking efsanesine dayanıyor olsa da, temelde, dünün ve bugünün, yani herhangi bir zaman gözetmeksizin bütün bir insanoğlunun kendi hayat serüveninde rastlaştığı kara deliklerin hikâyesidir. Böyle söyleyince kulağa biraz tuhaf geldiğinin farkındayım. Ne ki, İskandinavlar’ın “Yalnızlık ve Sessizlik Tanrısı”ndan söz ederken, aynı zamanda ömrümüzün başında, ortasında yahut sonunda bir yerde apansız açılıveren o koyu, karanlık ve dipsiz deliklerden bahsetmemek olmaz. Çünkü hepsinin bir anlamı var ve her şey birbirinin içinde…

Astrofizikçilerin “Kara Delik Teorisi” adını verdiği o pek bilindik teoreme göre, başlangıçta bir kara deliğin ortaya çıkması için, bir yıldızın ölmesi gerekir. Mistik felsefeciler bu kara deliği, insan hayatındaki galiz bir olayla bağdaştırırlar ve burada sözü edilen yıldız, insanın ta kendisidir. Yıldız sönmeye başlayınca, bütün artık maddeler -yani yaşanmışlıklar, anılar, acılar, pişmanlıklar, keşkeler- merkeze doğru çekilir ve bir vakit sonra yıldızın merkezi -yani kalbi- öyle ağırlaşır ki, bir çay kaşığının ağırlığı bile koca bir dağ kadar olur. Öte yandan, ne derler bilirsiniz, hiçbir kara delik tam manasıyla bir son değildir. Aksine, yeni bir şeylerin başlangıcıdır. Çünkü orada, o dipsiz, derin, karanlık boşlukta, ancak içine düşenlerin tanımlayabileceği türden olağanüstü bir enerji gizlidir. Yıkımın, yenilginin, yorgunluğun ve vazgeçişin doğurduğu devasa bir enerji… Parçalanan hayatlar, hatıralardan oluşan toz bulutları ve insanın içine, tam böğrünün üstüne çöreklenmiş bir yığın soğuk kütle… Sıcaklık, karanlık, yalnızlık, sonsuzluk… Kara deliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklar ve en nihayetinde, yeniden doğmayı başaran kahraman yıldızlar… Hepsi de patlamayı bekleyen isyankâr bir bomba misali oradadırlar; her an yeniden var olabilir, her an dağılabilir ve her an farklı noktalara doğru savrulabilirler.

Ve derler ki, her şeyin ötesinde, kritik bir yarıçapın altına inen bir yıldız kaçınılmaz olarak tekilselliğe, yani bir diğer adıyla yalnızlığa düşer ve zaman, orada tümüyle sona erer.

İskandinavlar’ın “Yalnızlık ve Sessizlik Tanrısı” da, tıpkı kara delik teoreminde olduğu gibi, ömrünün herhangi bir vaktinde koyu, dipsiz, derin bir kara deliğe düşer. Bu delik dışarıda değil, aksine, içeride ve de tam kalbine yakın bir noktada açılır. Başlangıçta, bu ruhi bunalımı basit bir can sıkıntısı zanneden Tanrı -ki, o vakitler henüz Tanrı mertebesine yükselmemiştir- bu küçücük, kara noktayı pek önemsemez. Oysa, değil mi ki şu koskoca evren bile tek bir noktayla başlamıştır. Her neyse, bu gerçekten uzak, kendi hâlindeki Tanrı’nın ruhi sanrıları gün geçtikçe artar ve en nihayetinde kalbi, adeta patlamayı bekleyen cızırtılı bir bombaya döner. İçinde, bedeniyle ruhu arasındaki belirsiz bir nokta üzerinde, devasa büyüklükte bir kara delik vardır artık. Tanrı, bu delikle nasıl yaşaması gerektiğini bilemeyerek, kendini uzak ormanlara vurur ve susar… Bütün iç denizleri kurumuş, gönlünün tüm nehirleri donmuş biri olarak, evvela dilinin turacını öldürür. Ruhunun tüm ışıklarını birer birer söndürerek, sessiz, çığlıksız, acı bir yankıya dönüşür. Zaman içinde bildiği her sözcüğü harf harf yakarak, küllerini ehliz rüzgârlara savurur. Ve en nihayetinde, o çok ormanlı bölgede bu sessiz, yalnız, hüzünlü adam “tanrı” mertebesine yükselir. O andan sonra, ona “Yalnızlık ve Sessizlik Tanrısı” adını verirler. Ölümüne dek tüm yalnızların ve susmuşların koruyucu babası olarak kalır. İçinde, derinlerde bir yerde gitgide büyüyen kara deliklerle savaşmaktan bitap düşmüş olan herkes, soluğu onun yanında alır. İlgi dilenen gözlerle ama tek kelime dahi etmeden Tanrı’nın yanı başında oturup, iyileşmeyi beklerler. Ellisine varmadan ölür Tanrı. Doğru işittiniz, ölür… Çünkü İskandinav tanrıları da tıpkı insanoğlu gibi ölümlüdür.

Hikâyede bahsi geçen orman, bugün İskandinavlar tarafından “Kara Delik Ormanı” olarak bilinir. Yalnızlığın ve sessizliğin yurdudur orası. Yolu, Kara Delik Ormanı’na düşenler, o ormandan ayrılana değin tek kelime dahi etmezler. Soluk, hasta benizli, hüzünlü bir Tanrı’nın seneler evvelinden yadigâr sessiz, çığlıksız yankısını dinler dururlar. Ve derler ki, orada, Kara Delik Ormanı’nın tam ortasındaki yıllanmış bir ağacın gövdesinde şöyle yazarmış;

Yalnızlığın herhangi bir noktasında sözcükler ortadan yok olur ve ruh orada, o sessizliğin içinde usul usul büyür.

Bilirim… Her birimizin hayatında az çok kara deliğe benzer yaralar açılır kimi zaman. Öyle ki, bazen de oradan, o dipsiz, o derin karanlığın içinden asla çıkamayacakmışız gibi hissederiz kendimizi. Sessizliğin ve yalnızlığın ormanını adımlamak güçtür zira. Oysa o ormana girip de sağ salim çıkabilmişlerden biri olan Sevgi Soysal, Tutkulu Perçem adını verdiği kitabında şöyle yazar;

O çok ormanlı ülkede kadının birinin canı sıkılıyordu. Ama ormanlı bir ülkeydi bu, yeşil yürümeli, gezmeli…

Çünkü yalnızlık ormanlarının bile kendini sevdirmeyi bilmiş güneşleri vardır.

Belki de tüm mesele, o güneşleri görebilmekte…

İçimize, en derinlerimize doğru uzayıp giden bütün kara deliklerin er ya da geç gün aydınına çıkması dileğimle…

Şu hayatta hiçbir şey insanoğlunun yeniden başlayabilme cesareti kadar güzel olamaz ne de olsa.

 

, , , , , , , , ,
Share
Share