Ne kitapsız, ne kedisiz… ne de Bilge’siz
Bilge Karasu’yu çok severdim, hep de seveceğim. O benim Ankara’da yaşayan, çok az gördüğüm halde okur olarak iyi tanıdığım, gözde yazarlarımdan biriydi. Tıpkı gene Ankara’da yaşayan ve sadece bir gün boyu konuşabildiğim Vüs’at O. Bener gibi. İkisi de kitaplarına okurlarını pek sokmayan türdendi. Belki de onun için hayranlarını görünce sevinirim hep, bir ruh kardeşi bulmuş gibi.
Karasu aramızdan ayrılalı, yirmi iki oldu. Kitapsız, kedisiz değil ama Bilge’siz geçmiş yirmi iki yıl. Neyse ki o hayattayken basılmamış bazı yazıları da kitap halinde toplandı. Kendisine bırakılan bir bavul ve “irice bir seyahat çantası”nı bizlerden gizleyip saklamadığı, yok etmediği için Füsun Akatlı’ya hep minnettar kalacağız. Karasu kitaplarının neredeyse hepsini yayınlayan Metis’e de…
Ama ben 2015’de, yirminci yılı yaklaşırken, Karasu’yu başka şekilde andım. Gene bir kitap adıyla gerçi, ama nedeni farklıydı. Çok daireli bir evimiz var, bahçesi de yok denecek gibi. Müteahhitler pek itibar etmez. Ancak bazı kat sahipleri itibar edenini bulmuş (öldürücü şartlarla elbette), bizi bir toplantıya çağırdılar. Üst katımızdaki bir kardeşimiz de temsilcisi olarak avukat ağbisini yollamış. Hemen örneğini izledim, tabii. Arif bey de, bizim evin kedi ve kitap dolu halini bildiği için masaya oturunca, bana, “Ee, hem kitapsız, hem kedisiz, Sevin hanım,” diye takıldı. Gerçekten de önerilen şekliyle bizim yeni eve kitaplar sığmayacağı gibi, kediler de bahçe katından mahrum kalacaklardı. “Ama olur mu, Arif bey?” dedim. “Biz Bilge Ağbi’den öyle öğrenmedik ki! Ne Kitapsız, Ne Kedisiz!”
Gerçekten de Bilge Karasu’nun kitaplarından Ne Kitapsız Ne Kedisiz insan ile hayvan ilişkisini olduğu gibi, okur ile kitap ilişkisini de layıkıyla tarif eder. Önce bir kitabı sadece istek duyduğu için okuduğunu söyler. Sonra devam eder:
“Kitabı bıraktım, okurdan söz ettim. Mısırlının dediği gibi kitap pek güzel de, okur da olmalı: Nasıl okumak gerektiğini, gerekebileceğini durmaksızın araştıran, öğrenmeğe çalışan, biraz olsun öğrendiğini düşünebilecek hale gelmiş okur… Okumasını bilen, gerçi, okuyarak öğrenmiştir; her okuyanın (hatta “yazanın” demeli) okumasını öğrendiği ise hiç söylenemez.”
İşte Karasu okuru bütün bu aşamalardan sağ-salim geçtiği, geçebildiği için onun emek gerektiren kitaplarını okur, anlar ve sever. Bizi ille de zorlamaya çalıştığı için değil, kendisi o sırtını şiire dayamış düzyazıları binbir emekle, titizlikle, kılı kırk yararak yazdığı için. Karasu, Murat Yalçın’ın deyişiyle “özgün okurunu yetiştirmiş gerçek yazar”dır. (Notos, “Bilge Karasu dosyası – Karasu’lu Yazarlar”).
“Çok uzun uğraşmak istiyorum, çok yavaş kurabilmek,” derdi. “Tabii yazıya oturmadan öncesinin bir hazırlık olmadığını söyleyemem ama, o hazırlıkların ancak yazıya geçtikten sonra işe yarayıp yaramaması söz konusudur.”
İnsan sevdiği ve kendince tanıdığı bir yazarda da bazı kitapları es geçebiliyor, daha doğrusu rastlaşamıyor. Neyse ki benim Jean ve Gino’ya Mektuplar: 1963-1994 / Lettres a Jean et Gino (YKY) ile yolum sonunda kesişti ve biraz daha aydınlandığımı hissettim. Bilge Karasu o tarihlerde, çok sevdiği dostları Nicolas ve Gino Harsh’a, kimi elle, kimi de daktiloyla yazılmış mektuplar göndermişti. Cevaplamakta geciktiği için sık sık özür dilediği, kalbini ve yalnızlığını ortaya döktüğü mektuplar… Ama zaten dostlarına binlerce mektup yazmıştır. Bunları, ama özellikle de, nedense bir türlü edinemediğim Halûk’a Mektuplar‘ı okumadığım için, bende bu tekrar aydınlanma ânı Jean ve Gino’ya Mektuplar ile gerçekleşti.
Karasu mektupları, Karasu yazılarından farklıydı. Gene özen gösterse de, hiçbir zaman öylesine yazmasa, yazamasa da bir başka yalınlık, samimiyet vardı mektuplarında. Belki de herkes için geçerlidir bu. Ben de onun ne kadar çalışkan olduğunu, o dopdolu masaların halini, dört gün bir arkadaşa gidecek olsa biriken yazıları, mektupları, çevirileri hayal edememişim. Nasıl kıtı kıtına geçindiğini anlamamışım. Gene de belli ki hiçbir işi sadece para için yapmamış. Mutlaka yapmayı da istemesi gerekiyormuş.
Alain Mascarou’nun hem Fransızca hem de Türkçe olarak (sol sayfa Fransızca, sağ sayfa Türkçe) hazırladığı kitapta, yazarın bu iki dostla nasıl tanıştığı da anlatılıyor. “Bilge Karasu Hôtel de Lille’de, aynı adlı sokakta 40 numarada kiracıydı; 1963’ün karlı şubatında, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın ilk sayfalarını orada yazdı. Birkaç ay sonra, güneşli bir 14 Temmuz günü, aynı otelde kalan Amerikalı bir arkadaş aracılığıyla, Lille Sokağı No. 33’teki evlerinde, Jean ve Gino’yla tanıştı. Noel’de Bilge’nin Roma’dan gönderdiği kartpostal, otuz yıla yayılacak bir mektuplaşmanın başlangıcı olacaktı.”
On yaş küçük arkadaşı Halûk Aker’e yazdığı mektuplardan oluşan Halûk’a Mektuplar (Kalkedon) da hemen hemen aynı dönemde yazılmış mektupları içeriyor. Hatta Aker, önsözünde, onun Jean’a yazdığı mektupları yayınlamasını ne kadar istediğinden de söz etmiş. Karasu’nun ayrıntılara düşkünlüğünü da anlatmış. “Bu sanırım son dakikaya değin sürmüş olan, işi gereğince ve zamanında yapma, senin ayrılmaz bir parçan olmuş o görev, o sorumluluk duygusu, tek sözcükle, yazar olsun olmasın insanın insana sorumluluğu, yaşayanın öteki yaşayanlara/canlılara sorumluluğu.” Sonra da, “İşte seni sen yapan şeylerden biri daha,” diye eklemiş.
Böyle birini, böyle bir yazarı bir yazıyla anlatmak ne mümkün? Ama okuyabileceğiniz kitaplar var, bize yol gösteren kitaplar: Bilge Karasu’yu Okumak (Doğan Yaşat), iki yıl önce YKY’den çıkan Jean ve Gino’ya Mektuplar ve Notos’un özenli dosyası: “Bilge Karasu – Yazmasaydı, Olmazdı.” Ya da, okurun, anlatılanların gerçekle somut ilişkisini sezdiği Gece. Okuru zorlayan ama zenginleştiren bir metin.
Yirmi iki yıl sonra “Ah,” diyoruz, “keşke o yırtıp yok ettikleri de şimdi olsaydı…”
—