Söz dediğin, kusursuz olmazmış…
Kendi sözünü düşmanlarının gözüyle gör;
Zira iyiyi ve kötüyü ancak bu suretle tanırsın!
Mesut bir hayat için yüz kaftan diktiriyorsun,
İyi nam için de bir gömlek yırtıver…
Nizâmi
M.Ö. 5. yüzyılda, yeryüzünü diyar diyar arşınlayarak, vardıkları menzillerde insanlara felsefe öğreten bir grup gezgin yaşardı. Bu kimseler “Sofistler” adıyla anılır, söyledikleri sözler ve anlattıkları hikâyelerle adeta bütün bir âlemi baştan sona deveran ederlerdi.
Sofistlerin tecrübe mahsulü nasihatleri pek meşhurdu o dönemlerde. Nitekim zaman içinde bu nasihatler öğretilere, öğretilerse belli başlı felsefe akımlarına dönüştü. Çok, çok eski olan şu dünya sarayında, bugün bile hâlâ minnetle anılır Sofistler’in adları.
Eski Yunan dünyasında “Sofist” adlandırması, erken dönemlerde, kendi alanında yetkin şairler için kullanıldığı gibi Thales, Bias, Solon gibi halk arasında saygın bir konuma yerleştirilen bilge ve düşünürler için de kullanılıyordu. Bu gezgin filozoflar, vardıkları topraklarda bir takım felsefî öğretilerin yanı sıra, güzel söz ve hitabet sanatı üzerine de dersler veriyorlardı. Retorik ya da eski ismiyle belâgat, yani etkileyici konuşma sanatı, bir anlamda yaymak istedikleri felsefenin ezcümlesi gibiydi. Üç ayrı boyutu vardı retoriğin: Ethos, Pathos ve Logos.
Ethos, “Ben” simgesiydi özünde. Hatip olandı Ethos, sözü söyleyendi. Söz ise en değerlisinden bir mahfaza idi; füsunkârdı, demadem[1] delişmen bir nehir gibiydi; ezeli evveli olmayan, hudutsuz boyutsuz toprakların rengindeydi. Söz ki, yayını hedefe çekince muhakkak isabet ettirendi; amma iyi, amma kötü… Ciğerinin kökünden ta göğsüne kadar; kimi zaman hafif, canlı bir gül misali, kimi zamansa solgun, yitik bir düş gibi bitiverirdi insanın içinde.
Pathos, sözü işitenin duygularından ibaretti bir yerde. Söylenen sözün somuttan soyuta, hiçlikten varlığa, dıştan içe ve adeta bir fısıltıya devşiren suretini ifade ederdi. Bir köprüydü Pathos; söz ile cisim, cisim ile can arasında bir geçişti. Her sözcük bir cihandı zira ve her birinin kendi yeri, kendi göğü vardı. Hâsılıkelâm, sözün vardığı menzilde kuşattığı gönüllerin, araladığı kapıların, salık verdiği hayallerin toplamıydı Pathos.
Logos ise işin en güzel, en süslü yanı idi. Tüm harflerin, tüm sözcüklerin, tüm hikâyelerin edebi mahfil yeriydi Logos. Söylenen sözün serencamını[2] hayra döndürendi o; deryalar içinden çıkıp gelmiş ve ki yıldızlardan parlak, sabah güneşinden daha aydınlık bir inci misali iyiden, güzelden mürekkep bir gönül anahtarıydı. Geçmiş de ondaydı, gelecek de.
Retoriğin yani Ethos, Pathos ve Logos’un ilk öğretmenleri olan Atinalı Sofistler, dil ve üslubun gönülleri aralayan bir anahtar olduğunu daha o günlerde keşfetmişlerdi. Güzel söz söylemenin, insanın niyetiyle ve amacıyla ilişkili olduğu inancına ise sıkı sıkıya bağlıydılar. Ne ki, iyi bir insan olmadan iyiye dair konuşmak mümkün değildi. Değil mi ki sözcükler de bir mancınık misaliydi ve mancınıksa, özü itibariyle iki türlü yaratılmıştı: Biri ibrişim atarken, diğeri taş fırlatırdı. Ya firuz renginde, göz nuru ipekten bir iplikle uzanıp yakalardınız karşınızdakini, yahut bin bir gulgule içinde fırlattığınız taşlarla yerle bir ederdiniz yekdiğerini.
Velhasıl, Sofistlere göre, sözcüklerin bimekân / lamekân meclisinde, herkes bir söz söyleyebilirmiş elbet; amma mumdan ve çamurdan, demirden ya da altından değil. Yaradılış ayracı gibi fıtratında ayıklayıcı, öteleyici olan sözlerden kaçınmak kabilmiş bu âlemde. Söz dediğin ayna misaliymiş… Ve söz dediğin, ta Adem’den bu yana kusursuz olmazmış. Kusur bulmada ayna gibi olmak lazım gelirmiş. Edepten dışarı çıkmamak içinse, demadem susmasını bilmek gerekmiş. Şayet öfkeye bir kapı açtıysan, mahcupluğa ve af dilemeye de yüz kapı açmak evlaymış. Sözü öyle bir tarza söylemek icap edermiş ki, gerektiğinde o söz, ikinci bir defa söylendiğinde sahibine bir şeref getirmeliymiş. Devr-ü teslim, terk-i can etmeden evvel, geride hatırı sayılır iki kelam bırakmak pek ciddi meseleymiş.
Atinalı Sofistler’in ruhu şad olsun; bugün, dünyanın bin türlü cefasına rağmen, yer âleminin muhtelif köşelerinde bizi bir kılmaya yetecek sözcüklerimiz var hâlâ. Ve hâlâ pek çoğumuz adavetten[3] uzak, kem nazar sözcüklerin tayiniyle, aramızdaki köprüleri inşaya meyyaliz. Kimi zaman top yekûn, kimi zaman iki pare; ama yine de tortop olup, sözcüklerin umman-ı deryasında evvela kendimize, ardından bilcümle insan evlâdının gönlüne kıvrılmasını da pekâlâ biliriz; zira her birimiz yüz yüze durmuş iki kapı gibiyiz. Sözcüklerse, daimi hamimiz…
Ve son olarak, Atinalı Sofistler’in dediğine göre; insan, sözcüklerin dünyasında bazen aziz olurmuş, bazen ise zelil.
Sözcüklerin yüce meclisinde zelillerden uzak, azizlere yakın olmak dileğiyle…
—
[1] demadem: Genellikle, hemen her zaman.
[2] serencam: Bir işin, bir olayın sonu; varacağı nokta.
[3] adavet: Düşmanlık.
—