Güneşin Kapısı
Puerta del Sol, Madrid…
Keşif kolundakiler,
Bu nemli ve sessiz cennette
Âdem’in günahından da eskilere giden anılarına kapıldılar…
-Gabriel Garcia Marquez-
“Yolu buradan geçen herkesin kıyılarında, muhakkak karaya vurmuş bir gündoğumu hikâyesi kalacaktır,” diyor yabancı. Güneşin adeta dingin bir suda usul usul dalgalandırdığı bin bir renk misali, insanın gözbebeklerinden içine, daha diplerine doğru da bin bir türlü duygu, bin bir türlü anı süzülüyor bu meydanda. Yukarıda, göğün üzerinde nazende bir tebessümle yükselen güneş, insanın ruh sandalında beklenmedik bir delik açıveriyor sanki. Yer ve zaman birbirine karışıyor o an. Dünler, bugünler, yarınlar, mevsimler, haftalar, saatler, dakikalar kum gibi ufalanıp gidiyor avuçlarda. Hepsinden sonra tek bir şey kalıyor geride, son bir görüntü yalnız. Uzak, yılgın bir sis perdesinin ardında son derece ağır, telaşsız ve alabildiğine sakınımsız, kendi kendine aralanmakta olan bir kapı… Bir gölge belki, bir göz yanılgısı, bir tür “zannediş” hikâyesi… Açılıyor kapı, uyanıyor şehir, sisi yararak usul usul günaydınına varıyor geçmiş. Uzaklarda bir yerde Benet’in yazı makinesinin sesi işitiliyor sonra. Üzerinde tütün rengi kruvaze bir ceket; hemen köşedeki kahvede, günyenisi bir şiire başlıyor Neruda; “Bırak batırayım elimi derine peçeli parıltının ortasından, taştan gecenin ortasından ve bırak titresin unutulmuş ihtiyarın yüreği bende, bin yıllık tutsak bir kuş gibi…” Neruda’nın az ilerisinde, tozlu gün ışınlarının öptüğü elleri ile gitarının telleri arasına sıkıştırdığı hüzün yüklü bir şarkıyı mırıldanıyor genç İspanyol. Hayır; mırıldanmıyor, adeta haykırıyor… “Sin Palabras,” diye inliyor ağlamaklı. “Sin Palabras…” “Kelimeler Olmadan… Bakışlar, tebessüm ve her şey…”
Madridliler, “Güneşin Kapısı” diyorlar buraya. Plaza Mayor’un sonunda bulunan bu yer, Madrid’de kalan son şehir kapısı, güneşi ilk gören kısım. Nice hikâyeye konu olmuş bu meydan, bata çıka yol alan bir yelkene benzetiliyor. Gördüğü pek çok güzel günün yanı sıra bir o kadar da acı biriktirmiş hafızasında. İdamlar görmüş, engizisyonlara şahitlik etmiş. Kimi zaman neşeli, kıvrak Flamenkolar’la şenlenen kulakları, kimi zaman da oluk oluk kanayan yaraların çığlığıyla inlemiş. Ne ki, tüm kapılar zaman içinde birer ikişer yıkılıp giderken o, şehrin derinlerine doğru inatçı, vahşi bir kök salmış sanki. Ve çok şey görmüş, başından çok şey geçmiş meydanlara has bir suskunluğa, dinginliğe bürünmüş. Derler ki, üzerinde gül bitiren bir diken, hiç meyve vermeyen bir serviden daha makbuldür. Güneşin Kapısı’nı da bu denli özel kılan, iyisiyle kötüsüyle biriktirdiği onca hikâye olmalı diye düşünüyorum kendimce. Bu kapıdan gelip geçen insanlar bazen buse olup kalmışlar onun sinesinde, bazen de dert olup oturuvermişler yüreğine. Hem değil mi ki, incinin kıymeti de daha evvel derya ile bir arada bulunmasından ötürüdür. Derya içinde yüzmüş, nice fırtınayla boğuşmuş, bazen yükselen suların gümüşünde, bazen de alçalan maviliklerin içinde, öyle ya da böyle ayakta kalmayı başarmış bugüne dek.
Yolu buradan geçen yolcular bilirler belki, meydandaki postane binasının hemen kuzeyinde sembolik olarak İspanya’nın merkezi kabul edilen “Sıfır Kilometre” noktası vardır. Kilometro Cero… Efsaneye göre, Madrid’e gelip de sıfır kilometre noktası üzerine ayak basan yolcular, er ya da geç yeniden dönüp gelirlermiş buraya. Ne de olsa, isminin içinde yeni başlangıçların tınısı var ve de her şeyi sıfırlayabilmenin güzelliği… Ol sebepten, Madrid’e gelen turistler ayrı bir ilgi gösteriyorlar bu noktaya. Malum, yeni ufukların açılmasında çok büyük etkileri olan “sıfır” kimi zaman lanetli, kimi zaman ise vazgeçilmez bir rakam olmuş tarihte. Antik Yunan’ın mistik felsefesinde “yokluk” ile eşdeğer kabul edilen bu rakam, geçmişte kimi milletlerce yasaklanmış ve uzun bir süre de şeytanın icadı olarak kabul görmüş. Sunya demişler adına: “boşluk…” Bindu demişler sonra; “nokta…” Ling diye anmış bazıları. Anlamı; “çiğ tanesi…”
Demem o ki, tarihte çoğunlukla “hiçlik” olarak yorumlanan ve hatta küçümsenen sıfır rakamı, özellikle Madridliler için bambaşka bir anlam taşıyor burada. Hani Nasrettin Hoca’ya sormuşlar ya; “Kimsin?” diye. “Hiç…” demiş hoca. Sonra karşısındakine sormuş, “Peki ya sen kimsin, de bakalım?” “Mutasarrıf,” demiş adam. “Ya sonra,” demiş hoca, “sonra ne olacaksın?” “Herhalde Vali olurum,” diye yanıt vermiş adam. “Daha sonra?” diye üstelemiş hoca. “Vezir,” demiş adam. “Daha daha sonra ne olacaksın?” diye devam etmiş hoca. “Bir ihtimal Sadrazam,” demiş adam. O vakit gülümseyerek sormuş hoca; “Peki, ondan sonra?” “Hiç…” demiş adam, zira orada tükenivermiş tüm makamlar.
“Hiç…”
Şu âlemde kim benliğinden kurtulur ve bir “hiç” olur, nakışsız bir ayna misali durup durur; işte o zaman bir anda “çok” olur ve bütün nakışları aksettirir, derler. Madridliler bilir bunu. Bu yüzdendir ki mesela sıfır rakamı, yepyeni bir başlangıç demektir bu diyarlarda.
Menziliniz hiçlikten, çömleğiniz boşluktan ayrı düşmesin dilerim.
Ve ki günün birinde yolunuz buralara düşecek olursa şayet, Güneşin Kapısı’ndan geçip de ayağınızı “sıfır kilometre” noktasına şöyle bir değdirmeden geçip gitmeyin derim. Puerta del Sol’u görüp, havasını içinize çektiğinizde –yabancının da dediği gibi– gönül kıyılarınızda muhakkak karaya vurmuş bir gündoğumu hikâyesi kalacaktır geride.