Devrimci bir şimdidir edebiyat!
İstanbul ki, Ahmet Arif’in deyişiyle, “Ne şah ne sultan göçüp gitmişler, gölgesiz,” dediği Anadolu kuşağının her dönem yeni kalabilmiş, bitmeyen umudu. İşte böyle bir kentin içinde, gölgesi aynı kaldırıma düşen iki yaşam beliriyor; Dünya ve Erdo…
Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” sözünü göğüsleyebilmek adına “Auschwitz’lerden sonra ancak şiir yazılır, ancak edebiyat yapılır,” demek gerekiyor. Ne var ki, nasıl bir edebiyat yapıldığı, niçin yazıldığı da önemli. Son yıllarda, kitlesel kıyım ve kolektif felaket anlatılarının, birkaç istisna dışında, insan hayatının ve bedeninin saygınlığının alaşağı edilmesine katkıda bulunduğu ortada. Yas etiği ya da siyaseti üzerine düşünmeyen, söz konusu yaslarda salt siyaseti ele alan bir edebiyatın acıyla tahrik olduğu ve mağdur bir anlatıdan ibaret olduğu da ortada.
Ülke tarihi, hesabı verilmemiş kıyımlar, yası yasaklanmış felaketler ve özrü öncesinden hazırlanmış cinayetlerle dolu. İşte edebiyat, bu tarihi olduğu gibi çoğaltabilir, haklı çıkarabilir ya da bu karatahtada tebeşiri eline alabilir. Ezcümle, edebiyat devrim yapabilir, kendini bile devirebilir. Bu noktada, “tarihin gidişatını değiştirecek devrimci bir şimdi”ye ihtiyaç vardır ve bu edebiyatın tanıklığında farklılıklarımızı, nerede ne kadar öteki olduğumuzu, uygarlığın gidişatını düşünebilmekle mümkün olacaktır.
Uygarlık treni üzülerek belirtmeli ki, yola çıktığı istasyondan bugüne dek ikiliklerin yarattığı çarpışmalarla ilerledi. Peki ya bu tren, insanı kendine hapseden bir şehrin içinden, İstanbul’dan geçerse? Her gün içinden hışımla geçtiğimiz, türlü kavgalara tutuştuğumuz bu şehirde göğün rengi giderek soluklaşıyor, nefes alanlarımızın çapı da durmaksızın daralıyor. Sözde “yaşam mimarları”nın kurduğu yaşam alanlarının görkemi, onca yakın hayatı öteliyor, dahası yok ediyor.
İstanbul ki, Ahmet Arif’in deyişiyle, “Ne şah ne sultan göçüp gitmişler, gölgesiz,” dediği Anadolu kuşağının her dönem yeni kalabilmiş, bitmeyen umudu. İşte böyle bir kentin içinde, gölgesi aynı kaldırıma düşen iki yaşam beliriyor; Dünya ve Erdo…
Dünya ve Erdo, Mine Soysal’ın ON8’deki ilk romanı Uzakta’nın aynı kaldırıma gölgeleri düşen iki karakteri. Uzakta, yokluklar çağında yükselen bu kentte iki gencin hikâyesini anlatıyor bizlere. Gençlik edebiyatındaki verimi, üretkenliği ve eserleriyle bilinen Soysal’ın ON8 Kitap’tan ilk eseri, diğer deyişle, ilk genç yetişkin romanı.
Dünya, çokluklarla büyüyen ama fanusu gittikçe küçülen, varsıl bir dünyada nefes alma alanı her geçen gün daralan bir karakter. Erdo, dersaneye gidip üniversite sınavına hazırlanmak için para biriktirmek üzere, Malatya’dan İstanbul’a gelir ve bir inşaatta işçi olarak çalışmaya başlar. İstanbul’un göğüne her dalışında, gökyüzünü, kıyısında büyüdüğü Göl Fırat zanneder. Bu gölün bir yanı verimli Malatya Ovası, öte yanı da Fırat’ın seyirliğinde dans eden Baskil Dağları…
Yürüme ve nefes alanı giderek daralan bu kentte, giderek bu iki yaşam birbirine dokunur. Bu dokunuş, toplumda Dünya ve Erdo’ya benzer onca karakter içinden, hangisinin daha fazla seçme şansı ve kimin daha fazla soru sorma hakkının olduğunu gözler önüne seriyor. Kitabın kimi yerinde, iki karakterin de farklı sorgulamalarına tanık oluyoruz, kimi sayfalarda da Dünya ve Erdo’nun aynı gökyüzüne bakıp, aynı kaldırımda yürüyüp, aynı gerçekliği sorguladığını görüyoruz. Biri kadın, biri erkek iki gencin bu yaşam yürüyüşünde ikisi arasında herhangi bir aşk hikâyesi bulamayacaksınız; aşk yok diyemeyiz elbette, aşk bu kentin her yerinde…
Kitabın anlatımı ele alındığında, öncelikle güncel ve modern konuların akıcı bir dille ele alındığını görmek mümkün. Ayrıca, yaşamlarımızın içindeki ayrıntıların incelikle ve titizlikle işlendiğini görmek okura daha gerçek bir bakış açısı katıyor; her ayrıntıda kitap daha dokunulabilir ve içine girilebilir bir hal alıyor. Özellikle diyaloglarda ortaya çıkan bu gerçeklik, konunun ve karakterlerin güncelliğinde kendini gösteriyor.
Mine Soysal’ın kitap boyunca hissettirdiği diğer titizlik de, insan hikâyesi anlatımında… Erdo, Dünya, Kadri, Ali İsmail ve diğerleri… Her insan gibi onların da birer öyküsü var ve insan öyküsü anlatmak pek tabii edebiyatın ustalığı; bu ustalık onu “devrimci bir şimdi” yapıyor belki de… Yazarın ifadesiyle, “edebiyat, insanın hikâyesinde en güçlü tanık, en kudretli sözcü…” İnsan hikâyesi anlatmak neden bu kadar önemli? Çünkü insanın statüsü, maaş bordrosu, rengi, cinsiyeti, kimliği veya fiziksel görünümüyle değil, öyküsüyle var olabileceğini anlatmak gerekir. Uzakta, yeni bir insanı tanımanın mucizeliğini, keyfini de tattırıyor bizlere.
Kitabı bitirdiğimde kalbimde ve zihnimde bazı duygular belirdi, durdum, düşündüm. Başka bir dünyada yeniden rastlaşmayı çok istediğim insanları düşündüm. Bunu hissettiren, bu şansı dileten şeyler içimizde; mutlu ve rahat yaşayabilme isteği, can güvenliğimiz, birini hatasız sevebilme ihtimalimiz… Kitabın tende bıraktığı yorgun bir kelime, eşitlik…