Bu Hikâye Biraz Geceden, Biraz Çölden…
“Hâlbuki hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat,
okumaya lâyıktı.”
Ömer Seyfettin
Yazı yazmanın özünde bir nevi seyahat etmek olduğunu savunanlardan oldum hep. Öyle ki yazmak; bir güzergâh, bir mecra ve sınırlı ve geçici de olsa bir toprak edinmek ya da daha geniş biçimiyle bir ülke kurma girişimi gibi gelir bana. Yazarken hem bir şeyler yitirdiğime, hem de bir şeyler kazandığıma inanırım. Ve beyaz sayfaların üzerine dökülen her bir kelimenin aynı zamanda kendi adıma bir geri dönüşe işaret ettiğini bilirim. Dünyanın tüm kavşaklarında gönlümce, verevine gezinsem de, er ya da geç, yine başladığım yere dönerim. Bu yolculuğun içinde zaman zaman patlarım belki. Parçalanır, darmadağın etrafa saçılırım; ama hikâyemin sonunda bambaşka bir kendilik tarafından yeniden bir araya getirilir ve adeta kırık dökük bebekler misali her yanımdan kuvvetle zamklanırım.
Kimileri edebiyatın mayasına karılmış bu seyahat hâlini daimi bir göçebeliğe benzetir. Köksüzlük, sürgün ve göç gibi kelimeleri aynı kazanın içinde bir güzel kaynatıp, bulamaç ederler. Zorlu bir yol hâlidir bu. Oysa ne köksüzlüktür kelimenin özü, ne sürgün, ne de göç… Rotası belli olmayan yollar boyu gidip gidip dönmek gibidir çünkü. Kelimeler… Hikâyeler…
Bir yazar için, haritasını çıkaramadığı, sınırlarını çizemediği, ama bir şekilde hep gitmekte olduğu yerler gibi. Doğrusu nedir bilmem; herkesin bildiği, yaşadığı kendine. Gittiği ve gidemediği, gidip de dönemediği, varıp da söyleyemediği, görüp de sevemediği, sevip de vazgeçemediği nice topraklar var nice kalemlerin gizinde. Yine de iyinin dostları; Faslı yazar Tahar Ben’in de dediği gibi aslında, bilin ki biz hepimiz, yazarlar ve okurlar, döngüsel bir caddede ya da belki de hiçbirimizin bilmediği bir güzergâhta seyreden bir gemideki kelâmın esrarında buluşan insanlarız. Adına “yaşamak” denilen bu büyük hikâye, biraz geceden bir hikâye; karanlık ama zengin imgelerle dolu… Zayıf ve yumuşak bir ışıkla son bulmalı.
Şafağa çıktığımızda kurtulmuş olacağız belki. Bir gecenin içinde ihtiyarlamış olacağız beraberce. Uzun ve ağır bir gece, yarım yüzyıl geride. Anılarımızın beyaz mermerden avlusuna birkaç beyaz sayfa saçılacak. Bir kısmımız buraya yerleşmeye ya da en azından beden ölçülerimize uygun bir yeri işgal etmeye yelteneceğiz. Şunu biliyorum ki, unutmanın ayartıcılığı büyük olacak. Ne ki, sularına kelimelerin karışmadığı bir nisyan[*], ne pahasına olursa olsun, ne kadar susuz kalırsanız kalın yanına yaklaşılmaması gereken bir pınardır. Çünkü “yaşamak hikâyesi” aynı zamanda bir çöldür de. Kızgın kumlarda yalınayak yürüyeceğiz. Yürüyeceğiz ve susacağız bazen. Ufukta titredikçe, parıldayan ve yok olmayan vahaya inanarak yürüyeceğiz. Ve başımız dönmesin diye hep karşıya bakacağız. İzleyeceğimiz yolu attığımız adımlar çizecek; arkamızda belki en ufak bir iz bile kalmayacak. Sadece yeryüzünün kalbine dokunan küçücük bir boşluk… Ama böyle böyle; hep önümüze bakacak ve adımlarımıza güveneceğiz. Bu hikâyeye inandığımız sürece götürecekler bizi…
Yazı mefhumunun mayasına sirayet eden yol hâli de tıpkı “yaşamak hikâyesi”nde olduğu gibi. Hem bir şeyler yitirme, hem bir şeyler kazanma hâli. Dünyanın tüm kavşaklarında gönlünce, verevine gezinsen de er ya da geç yine kendine dönme hâli. Bir tür parçalanma, dağılma ve yeni baştan “bir olma” hâli. Başka bir yer, başka bir dünya, başka bir gelecek ihtimaline sıkı sıkıya tutunma hâli. Ama en çok da geride, dönülecek bir yuvanın olduğunu bilerek, alabildiğine geceler ve çöller boyu, ufukta titreşen vahanın hayaline inanarak yürüme hâli.
Çünkü kelimeler ve hikâyeler, onlara inandığımız sürece bizi muhakkak bir yere doğru götürürler.
Ve işin en güzel tarafı, gitmekte olduğumuz bu yerin bir haritası olmayışıdır.
—
[*]iptila: Düşkünlük, tiryakilik.