Bir devlet, müşteri mi ister vatandaş mı?
İster ütopik ister distopik bir geleceği resmetsin, neredeyse bütün bilim kurgu hikâyelerinde, insanları yöneten adaletsiz sisteme karşılık, genellikle gözden uzak ve belki yeraltında varlığını sürdürüp sisteme karşı çıkan bir de “asi” grubu bulunur: Fahrenheit 451‘deki “book people” klanı, Matrix‘teki Zion, The Running Man (Koşan adam)’daki TV karşıtı asiler, vs. Tüm sistemlerin Ajan Smith’ine karşı, refleks gibi ortaya çıkan Neo’ların mücadelesi. Bir tarafta, iktidarı temsil eden ve her zaman haksız olan kötü; diğer tarafta ezilmişleri temsil eden ve belki ezildiği için hep haklı olan iyi. Her ne kadar, kavramların en mutlak hâliyle bu kadar plastik bir kavgaya dönüşse de, iyinin ve kötünün savaşında genelde iyiyle kendini özdeşleştiren nesnelerin, yani bizlerin dimağına yeni bir kitap bırakıyor ON8: Bağlantı.
Bugünden en az yüz yıl sonra Amerika’da insanların beyinlerine bir sistem takılıyor. Bu sistemin adı BAĞLANTI (Feed). Bağlantı sayesinde her insan, kontrolü devletin ve şirketlerinde elinde olan ve tüm ülkeye yayılmış bir internet ağının içine dahil ediliyor. Her insan, böylece, istekleri ve görevleri denetlenebilen birer bilgisayara dönüşüyor. Devlet, insanları takip ederek onlara ait birer profil yaratıyor ve bu profilleri de şirketlere satıyor. Şirketler de, insan profillerine uygun olan ürünlerinin reklamlarını, BAĞLANTI aracılığıyla sürekli insanlara boca ediyorlar. Dolayısıyla insanlar, daha ağızlarını açmadan neye ihtiyaç duyduklarını bildiklerini sanıyorlar. Vatandaşlıktan, uzaktan kumandalı müşteri olmaya doğru hafif bir kurbağa geçişi. Elbette asiler, elbette buna karşı çıkanlar da var. Bağlantı‘nın konusu bu, özeti bu, gösterdiği gerçek bu. Gerisi, zaten kitabın içinde anlatılıyor. Peki, günümüzde devletler bu cenderenin neresinde duruyorlar?
Bağlantı‘da yaşanan durumun abartı olduğunu düşünüyor muyuz acaba? Bunun için, otobüste giderken, internette gezinirken, TV izlerken sağınıza solunuza bakmamız yeterli olur sanıyorum. Şu anda reklâm mecrası olarak kullanılmayan pek bir hayat yanı kalmadı sanıyorum. İnsanlar bile, İstiklâl Caddesi’nde, üzerlerine büyük markaların büyük kartonlarını yapıştırıp bir aşağı bir yukarı yürüyorlar, tanıtım yapıyorlar. TV’de yayımlanan bir dizinin, bir filmin içinde, sanki o sahneye ya da o karaktere uygun bir durummuş gibi görünen, “gizli” “sanal” ürün cambazlıkları. Bunların bir başlangıcı var mıydı hatırlamıyorum, ama bir sonu olmayacakmış gibi geliyor. Facebook’un hikâyesinin anlatıldığı The Social Network filminde, Mark Zuckerberg, arkadaşı ona Facebook’un tasarımının ne zaman biteceğini sorduğunda şu tespiti yapıyordu:
Bitmeyecek, olay da bu zaten. Tıpkı modanın hiç bitmemesi gibi.
Reklamlar ve şirketler artık bir moda gibi üzerimizde. Alışveriş merkezlerinde, bugünümüzle ilgili varlığımızı, gelecekteki varlığımızdan borç alarak yaratıyoruz. Devletlerin de desteklediği bu tüketim çerçevesi, bizi ancak harcama yaptığımızda insan olarak bir değerimizin olabileceği konformist bir resme oturtuyor. Orada güldüğümüzü, orada eğlendiğimizi ve orada mutlu olduğumuzu görüyoruz çünkü resmin boyaları çok canlı, çok yaratıcı ve çok ucuz! Bir müşteri olduğumuz müddetçe, borçlanabiliriz. Borçlandığımız sürece, geleceğimizi devlete ve şirketlere ipotek edebiliriz. Bu da bizi daha çok çalışmaya, mecburen çalışmaya, devlet ve şirketlere borç ödemeye zorluyor. Yaşamak için çalışmak yerine, çalışmak için yaşamaya başlıyoruz. Arada cereyan edenler, yalnızca yaşamın hata payları ve ödülleri oluyor. Her bebek doğduğu andan itibaren bilmem ne kadar borçla ve müşteri olma potansiyeliyle doğuyor. Hoş geldiniz, yerimizi rahat buldunuz mu?
Teknoloji, insanların çok daha verimli birer müşteri olmasına göre ayarlanıyor. En çok parayı en kolay nasıl harcatabiliriz acaba? İnsan neyi harcadığını görmeyince, daha rahat harcayabiliyor. İster para olsun, ister insan olsun. Öncelik her zaman için müşteride. Bankalarda işlem yapacaksanız, o bankanın müşterisi olmanız size avantaj kazandırıyor. Sizden önce gelip yarım saattir bekleyen biri olsa da, siz elinizde o bankanın kartı olduğu için, ondan önce gelip onun önüne geçebiliyorsunuz çünkü siz potansiyelsiniz! Sizde potansiyel var, sizde harcama ve müşteri olma potansiyeli var. Her şey sizi düşünerek hazırlanıyor. “Ayrıcalık”, artık insan olmaktan geçmiyor, müşteri olmaktan geçiyor.
Peki, şirketlerin bunu istemesi doğal, ya devlet? Devlet, halkının sürekli ve sürekli harcama yapmasına nasıl bakıyor? Bir baba gibi, gerektiği zamanlarda eline kızılcık sopasını alıp onu engelliyor mu yoksa sırtına vurup onu cesaretlendiriyor mu? Hadi vatandaşım, kendini biraz şımart! Bunun için fazla uzağa gitmeye gerek yok aslında. Ülkemizdeki faturalardan herhangi birisine baktığınızda, ÖTV olarak satır edilen, Özel Tüketim Vergisi’ni görecek ve kendi kendinize başlıktaki soruyu bir kez daha soracaksınız: Özel Vatandaşlık Vergisi?
Türkiye’de 2013 yılında toplam 400 alışveriş merkezi olacak. 2005’te bu rakam 106 idi. 8 yıldaki artış %371. Vefalı vatandaşlar, yerini sadık müşterilere bırakıyor. Bırakmaya devam edecek. Otobüsün camına başımızı yaslayıp düşünürken, artık otobüs camlarında akıp giden reklamlara dalacağız. Metro beklerken, kocaman LCD’lerde dönüp duran komikli şakalı ilanları takip edeceğiz. Gözlüklerimize günde üç kere reklam yayını alacağız. Okuduğumuz kitapların her 100 sayfasında bir reklam sayfası olacak. Okumazsak, diğer sayfalara geçemeyeceğiz. İnternette, her 5 saatte bir reklamlar yayınlanacak. Aralarda gidip çayımızı koyacağız, yeni mahsül çay bunlar, cilde yararlı, kansere iyi geliyor, üç kilo alırsak bize sekiz gram da sabun hediye edilecek bundan böyle her perşembe. Dizi izlerken değil, artık yaşarken araya reklam alacağız.
Bir gün herkes 15 dakikalığına reklam olacak.
Yine bekleriz.