Güvercinler Kralı
“Güvercinleri ürkütüyorsun!”
Yine başımız belada bu kaçık ihtiyarla. Kaç kere dalaştık.
Güvercinleri kaçırıyorsun, ekmek paramla oynuyorsun diye, geldiğim günden beri kafayı bana taktı. “Koskoca camii avlusu hepimize yer var! Hem, burası senin malın mı?” dedim, diklendim.
Baktım, ben diklendikçe o daha da çirkefleşiyor, bu sefer alttan aldım.
“Teyzeciğim,” dedim, “bak, herkesin ekmek parası. Sen güvercinlere yem sat, ben simitlerimi satayım. Sana ne zararım var benim?”
“Olmaz,” dedi, başka bir şey demedi. Simit, diye bağırdıkça kaçışıyormuş hayvanlar, ben buraya geldiğimden beri avludaki güvercin sayısı yarıya inmiş. Miş de miş. Benimle ne alıp veremediği var anlamadım. Eskisini bilmem ama bir aydır buradayım, güvercinler hep aynı. Çok yani. Belki bin, iki bin. Aman canım, sayısını nerden bileyim! O nerden bilsin! Uyduruyor işte cadı karı.
Nereye gitsen başka bir dert. Bundan önce çay bahçesinin karşısındaki meydanda ne rahattım. Bir yıldan fazla, karışan, ilişen olmadı. İşler de iyiydi. Tabladan kurtulup cam bir el arabası aldım. Şimdi artık rengi solmuş o kuşları kendi ellerimle boyadım. Seyyar satıcıların içinde en afili benim arabamdı. Pamuk helvacı kıskandı da aynısından yaptırmaya kalktı. Artık kime boyattıysa, onun arabasındaki kuşlar benimkilerin yanında bülbülün yanındaki kelaynak gibi kaldı. Şimdi durduk yerde kelaynaklara da kötü laf etmek istemezdim, yazık yani nesli tükeniyormuş ama aklıma başka çirkin kuş gelmedi. Ha buldum, karga diyelim. Onun arabasındakiler aynı kargaydı işte.
Arabam öyle rengârenk, işler de çiçek gibi olunca meydan öyle güzeldi ki, güneşle ay çarpışıp günün rengi iyice kararıncaya kadar, bulunduğum yerden ayrılmazdım.
Sonra ne olduysa, o uğursuz pamuk helvacı, arabayı boyattıktan sonra oldu. Birden belediye zabıtasının biri başımıza bela kesildi. Yeni tayin olmuş, dediler. Hepimizi kovalıyor, bir ona ilişmiyor. Uzaktan akrabası mıymış neymiş.
Bir gün yolunu kestim.
“Bak,” dedim, “simitle pamuk helva birbirinin yerini tutmaz. Yani insanlar simidi karın doyurmak için alır, pamuk helvayı tatlı niyetine. Önce karınlarını doyuracaklar ki, üstüne tatlı yesinler. Yani ben senin işini azaltmıyorum, aksine faydam var.”
“Git işine,” dedi. Dinlemedi bile.
Ondan sonra, herkes gibi ben de kendime başka bir meydan bakındım. Bula bula bu caminin avlusunu buldum. Baktım, başka da simitçi yok, gidip bir köşede de ben dikildim. Çarşının girişine açılan bir altgeçit var. Vapurdan inip otobüs duraklarına, çarşıya baharat, kahvaltılık almaya gidenler altgeçidin camiye açılan girişinden geçer diye, oraya yanaştım. Merdivenlerin üstündeki sac levhaya güneş vurdu mu, durgun bir gölün yüzü gibi ışığı yansıtıp insanın gözlerini kamaştırıyor. Burada da rızkımızı çıkarırız, diye düşündüm. Evde iki asilzade var ne de olsa. Annemle ablam. Biri kendini kraliçe, öbürü prenses zannediyor. Onlara yiyecek götürmek, gerektiği gibi eylemek gerek.
Şizofreni genetikmiş, öyle dedi doktor. Bir evde iki kişiye birden piyango çıkar mı? Çıkıyormuş demek. Yapacak bir şey yok. Hayat insanın karşısına değiştiremeyeceği şeyler çıkarıyorsa, durumu iyi tarafından görmek lazım; her akşam bir saraya gidiyorum ben. Bir kral gibi karşılanıyorum. Annem eski bir hasır şapkadan yaptığı tacıyla, kardeşim sırtına bağladığı eşarptan bozma peleriniyle evde kraliyet ailesinin birer ferdi olarak yaşıyorlar.
Aklımdan bunlar geçerken, cadı kadın tepemde bitiverdi.
“Bana bak,” dedi elindeki sopayı sallayarak, “sen buraların kralı mısın?”
“Evet,” dedim gülerek, “ben güvercinlerin kralıyım.”