Venüs
İçerisi boş. Elimde mavisi bozarmış bir bez, masaları siliyorum. Masaların yüksekliği neredeyse göğüs hizamda. Ayaktayken her tarafını silmek güç. Bazen bir sandalyeye tırmanıp öte tarafına öyle yetişebiliyorum.
Kantinin yaylı kapısını sertçe ittirip giriyor. Koltuğunun altında çizim rulolarıyla kalın ciltli bir kitap.
“Çazım Abi korba var mı,” diyor kıkırdayarak.
Aramızdaki bir şaka bu. Bir defasında Kâzım Abi çorba var mı, diyecekken dili sürçmüştü. O zamandan beri arada bir böyle söyleyip gülüyor.
Masaları silmeyi bırakıyorum. Gidip ocaktaki çorbanın altını yakıyorum. Elindekileri beyaz formika masalardan birine bırakıp oturuyor.
“Yok ya, şaka yaptım. Tost yiycem ben.”
Ocağı söndürüp tost makinesinin düğmesine basıyorum.
“Makine soğuk, bekleyeceksin.”
Arkasına kaykılıp saçlarını sandalyeden sarkıtıyor. Neredeyse yere değecek simsiyah, dalgalı saçları var. Yumuşak.
“Olsun beklerim, işimin adı ne.”
Oturduğu sandalyede geriniyor böyle derken. Göğüslerinin yuvarlağı iki küçük tepe gibi ortaya çıkıyor böyle kendini geriye verince. Gözlerimi tost makinesine çeviriyorum.
“Hayırdır, gün ortasında böyle dönmüşsün okuldan?”
“Çizim teslim ettim,” diyor yalandan esneyerek. “Sabahladık. Geberiyorum uykusuzluktan. Bir şeyler yiyip yatacağım.”
Ekmek dilimlerini ayırıp dolaptan malzemeyi çıkarıyorum.
“Kaşarlı mı?”
“Hı, hı. Yağ sürme ama. Çizim yaparken durmadan tıkınmaktan kilo aldım zaten.”
Bunu söylerken bacağına vuruyor. Kotundan gergin bir pat pat sesi çıkıyor.
“Yok almamışsın,” diyorum, ekmeklerin arasına iri bir kaşar dilimi yerleştirirken. “Böyle çok iyisin.” Bunu söylerken sesim ufalıyor, yüzüm kızarıyor.
Beni duymuyor. Fermuarlı, yeşil bir hırka giymiş. Fermuarıyla oynayıp duruyor. Aşağı indirdikçe göğüs çatalı çıkıyor ortaya, teninin beyazlığı.
“Sen bu işlerden anlamıyorsun. Şimdi zayıflık moda Kâzım Abi,” diyor. Demek duymuş.
Önündeki rulolardan birkaçını açıp bir şey arıyor. Aradığını bulunca iki eliyle yanından bastırıp açık tutuyor ruloyu.
“Gel bak.”
Tostu makineye sürüp yanına gidiyorum. O oturunca aynı boydayız. İki ucundan tutarak masaya açtığı çizimi işaret ediyor başıyla. Kızıl saçlı bir kadın, açılmış bir istiridyenin içinde ayakta duruyor. Sağ eliyle memelerini, sol eliyle uzun saçlarından bir tutamla önünü kapatmış. Başını hafif yana yatırmış, ağlayacak gibi bakıyor.
“Bu kim?” diyorum.
“Venüs. Botticelli’nin Venüs’ü. Ben yeniden çizdim. Ödev bu.”
“Hani teslim etmiştin?”
“Bu eskiz. Taslak yani. Tam bitmemiş hali.”
Venüs’ün çukur çenesini, küçük ağzını, ince kaşlarını, birbirinden ayrık duran gözlerini, uzun saçlarını ona benzetiyorum.
“Sana benzemiş bu,” diyorum.
Ben böyle söyleyince ellerini bırakıveriyor. Kâğıt yine kendiliğinden rulo haline dönüyor. Venüs ortadan kayboluyor.
“Hah işte gördün mü bak!” diyor. Fermuarını sinirle yukarı aşağı hareket ettirmeye kaldığı yerden devam ediyor.
“Demek ki, ben de şişmanım işte.”
Masanın üstünde duran kalın kitabı açıp sayfaları karıştırıyor. Ortasından bir yerden ayırıyor kitabı, önüme koyuyor.
“İşte, aslı da burada.”
Deminki Venüs’ün renkli hali parlak bir sayfadan bana bakıyor. Saçları kızıl sarı, gözleri elâ, yüzündeki ifade ağlamaklı değil masum. Sol yanında iki melek, sağında bir kadın, kırmızı şalla çıplaklığını örtmeye çalışıyor. Elimi uzatıp kûşe kâğıdın üstünde gezdiriyorum. Parmaklarım yağ gibi kayıyor.
“Hiç benzemiyormuş sana,” diyorum. “Böyle renkli olunca ilgisi bile yok. Sen biraz başka çizmişsin.”
Rahatlayıp arkasına yaslanıyor. Kitabı kapatıveriyor.
“Hadi ordan. Durumu kurtarmaya çalışıyorsun.”
Bir şeyler geveleyecekken, bahçeye açılan servis kapısından elinde üst üste istiflenmiş bisküvi ve gofret kolileriyle dağıtımcı çocuk giriyor. Elindekileri yere indirip, teslim fişini imzalatıyor. Terden sırılsıklam olmuş.
“Otur, bir şey iç, benden,” diyorum.
Bir sandalyenin ucuna ilişiyor. Gözü karşı masada.
İki kız daha içeri girip doğruca onun masasına yayılıyorlar. Aralarında bir gülüşmedir başlıyor. Ortalığa ince bir yanık kokusu yayılıyor. Tost makinesini işaret ederek bağırıyor.
“Bizim tost da Venüs’e kurban gitti. Hadi, sen bize yeni baştan üç tost at Kâzım Abi.”
Sonra kendi âlemlerine dalıp varlığımı unutuyorlar.
Çocuğun önüne gazoz şişesini bırakırken, “Senin de işin iş abi,” diyor onların masayı işaret ederek. “Her gün bu hurilerin arasında. Bi’ de boyun azcık…” Konuşmanın incitici bir yere gittiğini fark edip, “Öyle demek istemedim. Affedersin,” diyor sonra. Mahcup.
Sesimi çıkarmıyorum. Ekmekleri yeniden tezgâha yayıp, hepsinin üstüne incecik yağ sürüyorum.