Üçüncü
Bizi ilk defa o gün tanıştırmıştın. Hatırlıyor musun? Ben soluk soluğa fakülte binasına girmiş derse geç kaldığımı düşünerek koşuyordum. Birden karşıma çıktınız. “Dur,” deyip, bileğimden yakaladın beni. Dersin saatini şaşırdığım ortaya çıktı. Güldünüz. Onu ilk kez görüyordum. Bizden üç yaş büyüktü. “Bak,” dedin, “bu Gül. Son sınıflardan. Yazlıktan arkadaşım.”
Dersin başlamasına bir saat vardı. Üçümüz birlikte kantine gittik. Aranızda bir türlü katılamadığım bir espri dönüp duruyor, siz kahkahalarla güldükçe kendimi orada fazlalık gibi hissediyordum. Bir an kalkıp gitmeyi düşündüm. Ama senin karşında her zamanki gibi neyi yapsam yüzüme gözüme bulaştıracağımı biliyor, aptal şakalarınıza dudak ucuyla gülüyordum çaresiz.
Gül seninle konuşurken kızıla boyanmış uzun saçlarını tek omuzundan aşağı çekiştirip duruyor, ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Neden sonra dersin başlayacağını, artık kalkmamız gerektiğini söylediğimde yüzüme küçümseyerek baktı. Çantasını alıp başka bir arkadaş grubunun masasına geçti.
Daha o ilk günden sevmemiştik birbirimizi. Sana bunu her söylediğimde, beni yersiz yere kıskançlık yapmakla suçladın. Fakültede ilk yılımızdı ve büyük sınıflardan bir arkadaşın bize olsa olsa faydası dokunurdu.
Ondan sonra Gül bütün o abartılı giysileri, kahkahaları, her şeyi hafife alan ve kolaylaştıran tavrıyla hayatımızın başköşesine yerleşti. Her şeyin iyisini o biliyordu, her probleme bir çözümü vardı, bütün kararları üçümüz adına o alıyordu.
Film festivaline toplu bilet aldığımız, sonra da hep birlikte bir filmden diğerine koşturduğumuz o kış günlerini düşünüyorum. İkinizin o çoğul enerjisine bir türlü ayak uyduramıyordum. Gül’ün, arabası olan bir arkadaşı ve onun sevgilisi de bizimle birlikteydi. Biz arka koltukta üçümüz oturuyorduk. Sen ortamızda. Senin neden ortada oturduğunu, o sıkışıklık içinde hangimize daha yakın olduğunu merak ediyordum. Öyle otururken elimi tutmamıştın. Sadece filmlerden söz ediyordun. Seni uzun zamandır bu denli mutlu görmemiştim.
Gül, Ortaköy’de durup kumpir yemek istedi. Arabayı park ettik, sahilde yürüdük. Hava soğuktu. Arabayı kullanan çocuk ve ben hariç hepiniz kumpir yemiştiniz. Karnım aç olduğu halde, sırf onun istediği bir şeyi daha yapmış olmamak için ben yememiştim. Oysa varlığımın farkında bile değildi, biliyordum. Seni önemsiyordu. Seninle konuşuyor, sana akıllar verip duruyordu. Aşkı tartışıyordunuz. Her şeyin zamanla nasıl sıradanlaştığını. Seyrettiğimiz filmin konusu buydu. Aşk.
Gül, o şuh kahkahalarından birini atıp ağzı patatesle tıka basa doluyken, “İstersen sevgiline sor,” demişti, sana beni göstererek. “Sor bakalım, seni ilk günkü gibi mi seviyormuş?”
Hepiniz birden dönüp bana baktınız. Ben cevap vermedim. Dudaklarımı ısırıyor, benim yerime senin bir cevap vermeni bekliyordum. Oysa sen sadece gülmekle yetindin. O anda neşeni kaçıracak herhangi ciddi bir konuda konuşmak istememiştin. Böyle dedin.
Akşam herkesi sırayla evine bırakarak dönecektik. Yolumuzun üstünde ilk Gül’ün inmesi gerekiyordu. Birden canı tatlı istedi ve yolu değiştirmek zorunda kaldık. Böylece çikolatalı ve muzlu krep yiyebilecek ve hemen arkasından ilk beni bırakacaktınız. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Böyle düşündüğünden, bunu planlayarak yaptığından eminim.
O gece beni eve yakın bir yerde indirdiğinizde bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Kırılmıştım. Gözlerimde yaşlarla eve yürüdüm. Uyuyamadım. Bir bardak süt ısıtıp televizyona boş gözlerle baktım.
Neden sonra telefon çaldı. Senin aradığını düşündüm. Arayan Gül’ün arabalı arkadaşının sevgilisiydi. Vicdanı rahat etmemiş, senin o gece Gül’ün evinde indiğini söyledi. “Fark etmez,” dedim, sesimin titreşmesini güçlükle bastırarak. “Zaten her şey çoktan bitmişti.”