SAA-1 / 013 Zeplin
Annem önce konuşmadı. Sonra yanıma geldi. Elimi tuttu. “Dün ihtilal oldu,” dedi. “Baban erkenden dükkâna gitti.” 12 Eylül’ün ilk kurbanlarından birisi de bizim uçan balon olmuştu böylece. Zaten uçmanın iyi bir fikir olmadığını bir iki ay sonra falan anlayacaktım. Zira havadan pek hayır gelmiyordu.
İlk zeplin 1900 yılında yapılmış.
Ben zeplini ilk kez 1977 yılında gördüm. Babaannemin yüklüğünün altındaki çekmecede Hayat Ansiklopedisi’nin bir cildini bulmuştum. Okunacak her hangi bir şey benim için yemekten daha kıymetli olduğu için, o toz kokan sayfaların arasında yaşadım günlerce.
İşte tam oradaydı. Efendice ve hiç bozulmadan büyümüş bir acura benziyordu. Uçuyor olması ise ayrıca büyülüydü.
İçimde bir Wright Kardeşler coşkusu yoktu elbette. Hatta birkaç kere dut ve erikten düştüğüm için, yüksekliğin benim gibi bir İç Egeli çocuğa göre olmadığını çok erken yaşlarda anlamıştım.
Ama yine de içi gaz dolu bir aracın yükselmesi ve yol alması inanılmaz geliyordu bana.
İzmir Fuarı’nda uçan balonlar görmüştüm. Gördes’te ise onlardan yoktu. Bildiğimiz, nefesle şişirilen ve hızla patlayıp elden kaçan renkli balonlardan olurdu bakkallarda. Aklını çeldiğim arkadaşlarla birkaç defa, piknik tüpüne bağladığımız hortumla balonları şişirip uçurmaya çalışmıştık. Ama işe yaramamıştı. Uçmuyorlardı. Sonuncu denememizi fark eden annemden sıkı bir şaplak da yemiştim.
İsmini hatırlamıyorum. Akıldane mahalle çocuklarından birisi, “Oğlum, sigara dumanıyla doldurursanız içini, uçar. Havadan hafif çünkü,” dedi.
Birden kafamın üzerinde şimşekler çaktı. Evet, babamın dudaklarından çıkan duman dağları nasıl da bizim dükkânın içinde yayılıyor ve tavanda birikiyordu.
Bunu mutlaka denemeliydim. Ama nasıl?
Babamın sigaralarına bulaşmak ölümcül derecede tehlikeliydi. Zaten dedemin korkusundan, kırk yaşındaki babam gizli saklı içiyordu. Dükkânın ya da bahçenin kapısında beni erketeye yatırıyor ve hızlı nefeslerle tüttürüyordu. Sigara paketi her zaman saklı yerlerde olurdu. İçinden aldığı tek dalı avucunda saklayarak, peynir kapmış tekir kedi gibi parmaklarının ucunda yürüyerek sigara içmeye giderdi.
Bakkal İbram Amca’dan almak ise başka riskleri taşıyordu. Bir kere, o para bizde neredeydi? Hadi kumbaralara falan yüklendik, denkleştirdik diyelim, ya eve akşam dönen babam İbram Amca’ya sigara almak için uğrarsa ve o da, “Senin oğlan aldı, gerek yok bugünlük,” derse! O yıllarda bakkallar bile gereksiz alışverişin iyi bir şey olmadığı fikrindeydi çünkü.
Başka bir bakkala da gidemezdik. Babamızın adını sormadan kimse bize sigara falan vermezdi. Kahretsin, bir küçük esnaf cehennemiydi yaşadığımız.
Sonunda zincirin en zayıf halkasını bulduk: Hakkı Amca!
Hakkı Amca, emekliydi. Bizim akşama kadar oynadığımız boş arsanın karşısındaki evinde sabah erkenden kalkar, evin hayatındaki divanına oturur, sigarasını yakar ve saatlerce gazete okurdu. Ama saatlerce yerinde oturmazdı elbette. En az iki defa mutfağına geçer ve semaverine su eklerdi. İşte o beş dakikalık aralardan birisi bizim için idealdi. Evet, çalmak ayıp ve günahtı. Yakalanırsak cezamız katmerli olurdu. İyi de, ihtiyacımız olan iki tek sigaraydı işte. Dünya yıkılmazdı ya!
Her şey tıkır tıkır işledi.
Hakkı Amca, Ormanların Gümbürtüsü türküsünü söyleye söyleye evin koridorunda kaybolduğu bir an, arkadaşımın sırtına basıp bahçe duvarını aştım. Sincap gibi sessizce merdivenleri, ayakkabılığı geçip paketten üç tane sigara aşırdım.
Bizim evin damında, üç arkadaş büyük deneye başladık.
Her birimizde bir yanan sigara, içimize doldurduğumuz dumanlı havayı sırayla balonun içine bastık. İyice şişince boğazını dikkatlice düğümledik.
Sonuç: Kocaman bir sıfır. Uçmadı pezevenk!
Dışarı çıktık, rüzgâr bekledik, ardından dürttük falan olmadı.
Bize akıl veren abiyi bulduk. Söndürdüğümüz sigara topaklarına baktı.
“Salaklar,” dedi. “Bula bula birinci sigarası mı buldunuz. Yerli tütünün kendi ne ki, dumanı ne olsun. Marlboro, Kent falan olması lazım…”
“Yani?”
“Yani, yabancı sigaranın dumanıyla uçar bu!”
Bizim misafir odasındaki sigaralıkta duran hiç açılmamış paket yani!
Öteki arkadaşlarım pes ettiler. İş giderek tehlikeli bir hal alıyordu.
Aylarca o paketi gözledim. Mutlaka babamın arkadaşları gelecek, paketi açacaklar ve benim kimseye fark ettirmeden alacağım bir tane “gâvur” sigarasını kimse fark etmeyecekti.
Bir gece babamın pijamasıyla usulca misafir odasına geçtiğini gördüm. Kapının aralığından izledim. Tek başınaydı. Önündeki pakete baktı. Hırsla, âdeta yırtarcasına açtı. Bir tane yaktı ve divana uzandı. Heheyt! İşte olmuştu.
Sabah kalkar kalkmaz ilk iş, misafir odasına koştum. Küllük ağzına kadar doluydu. Boğazı sıkılıp buruşturulmuş paket yere düşmüştü. Babam, tek dal bırakmadan hepsini içmişti.
Mutfağa gittim.
“Anne, babam nerede?” dedim.
Annem önce konuşmadı. Sonra yanıma geldi. Elimi tuttu.
“Dün ihtilal oldu,” dedi. “Baban erkenden dükkâna gitti.”
12 Eylül’ün ilk kurbanlarından birisi de bizim uçan balon olmuştu böylece.
Zaten uçmanın iyi bir fikir olmadığını bir iki ay sonra falan anlayacaktım. Zira havadan pek hayır gelmiyordu.
Anayasa oylaması için yurt gezisine çıkan Kenan Evren helikopterle Gördes’e geldi.
Köylerden de gelen binlerce insan, ilçeye ilk defa inen bir helikopteri ve ilk defa gelen bir en büyük devletliyi görmek için âdeta birbirlerini ezdiler.
Alçalmaya başlayan helikopterin sesiyle çoluk, çocuk, yaşlı, kadın çığlıklar atarak su deposunun yanındaki o kötü futbol sahasına doğru koştular.
Çarşıda sadece babam kalmıştı. Dükkânın önüne çektiği sandalyesinin üzerinde sigara içiyordu: Maltepe!
Babam üzgün diye, ben de gitmedim.
Evren’in konuşması belediye hoparlörlerine de verildiği için, ne dediyse duyuyorduk.
“Sevgili Gördesliler,” dedi. “Bir bilseniz, güzel ilçeniz havadan ne güzel görünüyordu…”
Babam, “Aynı cümlede iki defa ‘güzel’ kullandı,” diyerek –ama cümle sonundaki lafını buraya yazamıyorum– sigarasını söndürdü. Kalktı, içeri girdi.
İşte böyle… Bir daha uçan bir şeyle ilgilenmedim.
Büyüyünce yazdığım bir öyküde zeplini kullandım ama. İşsiz kalan bir çocuk, annesine, “Ev yapımı zeplin yapsak da pazarda satsam, nasıl olur?” diye soruyordu.
Bir de geçenlerde. Karin Tidbeck’in Zeplin isimli öykü kitabını okudum. Aylak Kitap basmış.
İlk öyküde, zepline âşık olan bir adımı anlatıyor. Nefis mi nefis!