Davulcu
Kapıyı tıklattım. Baktım ses yok, içeri girdim. Yatağa sırtüstü uzanmış tavana bakıyor. Yüzünden düşen bin parça.
“İyi misin babacım?”
“Hayır efendim, değilim. Tansiyonum yükseldi,” dedi.
Eyvah. “Efendim” diye konuşuyorsa ortada ciddi bir durum var demektir.
“İlacını getireyim mi?” diye sordum.
Onun gözü ne tansiyonda ne de ilaçta.
“Gitti mi davulcu?” diyerek kalktı oturdu.
Davulcu dediği, kız kardeşimin, “Evleneceğim,” diye eve tanıştırmaya getirdiği çocuk. Aslında daha geçen hafta babamla beni karşısına alıp bu duyuruyu yaptığında kopmuştu kızılca kıyamet.
“Ne iş yapıyor oğlan?” diye sormuştu babam.
Ebru da, “Müzikle uğraşıyor,” demişti. “Konservatuar mezunu. Bir grupları var, bateri çalıyor.”
Ondan sonra babam hiç susmadı. Annesiz çocuk yetiştirmek kolay mıymış. Bizi düşünerek, eve üvey anne getirmemek için evlenmemiş. İkimizi de üniversiteden mezun etmiş. Geleceği parlak iki avukat kızın babasıyken böyle bir nankörlükle karşılaşacağını hiç düşünmemiş. Annemizin de mezarında kemikleri sızlarmış. Söylendi de durdu.
Yanına oturdum, elini tuttum.
“Davulcu deyip durmasana, babacım şu çocuğa. Ba-te-rist.”
Burun kıvırdı, “Ha yani bildiğin davulcunun kibar adı bu. Sen de bir zurnacı bulursun artık,” dedi. “O zaman tam olur, kurarsınız aile orkestrasını.”
Kendimi tutamayıp gülmeye başladım.
“Keşke,” dedim. “Keşke ben de beni bu kadar seven bir zurnacı bulsam. Hiç kaçırmam vallahi.”
Biraz yumuşar gibi oldu.
“Hadi babacım,” dedim dirseğimle hafifçe dürterek. Aramızda ne zaman bir muziplik olsa yaptığımız harekettir bu. “Ne olur bir tatsızlık çıkarma.”
Sözümü ikiletmedi. Kalktık, birlikte salona geçtik.
Ebru’yla damat adayı, camın önündeki kanepede oturmuşlar. Oğlan, Ebru’nun elini tutmuş. Öyle sevgili gibi değil, bir şeyden korkmuş da cesaret almak ister gibi tutmuş. Biz içeri girince çekti elini, ayağa kalktı. Babam oturmadan da oturmadı.
Bu hareketiyle babamdan bir artı puanı daha kaptığını biliyordum.
Bir süre kimseden çıt çıkmadı. Kimin ne konuşacağını, söze nereden başlayacağını bilmediği o toplu suskunluk anlarından biri. Herkes birbirinin yüzüne bakıp duruyor.
Bir şeyler söylemiş olmak için, “Ben bir çay koyayım,” diyecek oldum. Ebru benden önce davrandı.
“Berk çay içmez abla,” dedi. “Ben filtre kahve yapayım.” Böyle diyerek mutfağa kaçtı.
O çıktıktan sonra ben de yerimde duramadım. Kalktım, pencereyi açtım. Sokaktan, çocuk sesleriyle, “Kâğıthelva!” diye bağıran satıcının sesi geldi.
“İster misiniz?” dedim.
Babam da, Berk de anlamaz gözlerle yüzüme baktı.
“Kâğıthelvacı geçiyor,” diye açıkladım.
Kâğıthelva yemek, içinde bulunduğumuz durumun ciddiyetine uymadığı için bu teklifimi pek umursamadılar. “Yok,” deyip geçti ikisi de. Yine de biraz işe yaradı ki, babam boğazını temizleyip söze girdi.
“Peki,” dedi, “Berk Bey oğlum, diyelim evlendiniz, nerede oturacaksınız?”
Berk iki dizini birleştirip kendini hizaya çektikten sonra cevap verdi.
“Aman babacım, lütfen bey demeyin. Berk deseniz daha iyi olmaz mı?”
Ben tam, ne babası ulan hergele, daha kızı verdik mi de hemen baban oluyoruz, diyeceğini beklerken, Berk babamı can evinden vuracak cümleyi söyledi.
“İzin verirseniz baba diyeyim, benim babam ben çok küçükken ölmüş…”
Bunu söylerken ağlayacak gibi oldu, yere baktı. Bir an için, acaba babamı yumuşatmak için numara mı yapıyor, diye düşünmedim değil. Ama böyle bir şeyin yalanı da olmazdı. Babama baktım yutkunuyor, gözleri dolmuş, nerdeyse o da ağlayacak.
Yerinden kalktı. Gidip Berk’in omuzuna elini koydu.
“Gurur duyarım evladım,” dedi. “Benim de bir oğlum olmuş olur.”
Sonra bir daha oturmadan salondan çıktı. Arkasından seğirttim.
“Söyle o kardeşine,” dedi, “haftaya annesiyle gelsin, adam gibi istesin. Çiçeğiyle, çikolatasını da unutmasın. İyi çocukmuş, gözüm tuttu.”