SAA-1 / 029 Dedemin Son Baharı
Görevim, dedemin kendimi ve ailemizi bir felaketin içinde sürüklemesini engellemekti. Olayları izleyecek, gerektiği zaman babaanneme haber verecek ve bana düşen görevleri yerine getirecektim.
Dedem katmercilikten emekli olunca kışları uykuya yatar oldu. Şaka değil, haftada bir kahvaltı için yanımıza geliyordu. Neşe içinde kızarmış ekmek, tahin pekmez yedikten sonra keyif çayını doldurup terasta volta atıyordu. Ardından bulaşıklara girişiyor, tezgâhı ve ocağı silip parlatıyordu. “Bana bir ağırlık çöktü, az uzanayım,” lafının ardından biliyorduk ki dedem odasında, yatağının altı çizgi romanlarla dolu halde, bu dünyadan geçici bir süreliğine ayrılıyordu. Babaannemin dediğine göre, divanıyla birlikte üç günde yörüngeye oturuyormuş: “Bir gün oyalan, üç gün de dönüş. Al sana hafta etti işte…”
Ama bu hayatta her şey geçiyordu. Kış da vaktini dolduruyor, bahar geliyordu. O zaman babaannemi bir telaş alıyordu işte.
“Evlatçım, sen bilmezsin. Her bahar emekliler azar.”
Yüzüne renk, içine bambaşka haz dolan dedemi bana her bahar zimmetliyordu büyük annem.
“Zimmet mühim hadisedir. Askere gidince öğreneceksin. Sana bir teftiş fırçası ya da üzgün bir çam ağacı zimmetleyecekler. Senin vatan savunman işte o noktadan başlayacak. Bunu küçümseme. Bir tuğla çekilirse, bir ordu yıkılır…”
Görevim, dedemin kendimi ve ailemizi bir felaketin içinde sürüklemesini engellemekti. Olayları izleyecek, gerektiği zaman babaanneme haber verecek ve bana düşen görevleri yerine getirecektim.
Ama her defasında, olayların içinde sürüklenirken buluyordum kendimi ve gerçekten hayat enerjim kanatlanıyordu o zaman. Zaten olacaklara engel olmak bir fani için mümkün değildi. Ama faniler de eğlenebilirdi şu hayatta.
Dedem ölümünden önceki baharı –son baharı– adeta bir altın vuruşa ayırmıştı. Onu hiç böyle görmemiştim. Çok neşeli ve mutluydu.
“Bu seneki planım yaratıcı kaos. İzmir’i yeniden kuracağız.”
Sözlerine Karantina’da, denize bakan kahvede, işte böyle başlamıştı dedem. Yanında –her bahar olduğu gibi– ben vardım. Karşımızda Zahireci[1] Emin Amca oturuyordu. O da emekli olmuştu artık. Ama kırk yıl boyunca her sabah açıp, akşam ezanında kapattığı dükkânının bir şal olduğunu ben de öğrenmiştim. Emin Amca birinci sınıf kalpazandı. Yeni çıkan ne zorlu banknotlar ne de kendi değişiyle “dehşetli teknikler” onu yenememişti. Bütün paraların sahtesini bir sanatçı yeteneğiyle adeta çizebiliyordu. Onun uzun meslek yaşamının sırrı, yani hiç enselenmemesinin altında yatan, mühim esas kanaatti. Zahireci Emin Amca, her meslek erbabının yeteneğine göre ve ihtiyacına göre mal üretmesini savunuyordu. Çok sıkıştığında ya da bir dostu, ahbabı daraldığında tezgâhının başına oturur, gereken neyse onu yapardı. “Kem âlât ile kemâlâta ulaşılmaz,[2] ama Allah da kulunu çaresiz bırakmamıştır,” derdi hep.
“Emin Ağa, işte yine sana işimiz düştü,” dedi dedem çayını yudumlarken.
“Estağfurullah,” dedi Emin Amca. “Nedir bu baharki işin?”
Mesele Tatar Börekçi Hasip idi. Varyant’ın iç sokaklarında küçük bir dükkânda güneşin doğuşuyla işe başlayan Hasip, öğlene doğru börekleri bitirip masaların birinde yorgunluktan uykuya dalıyordu.
“Ertesi güne kadar uyuması sadece yorgunluktan değil,” dedi dedem. “Hasip kendinden kaçıyor. Hayattan kaçıyor. Sen de, ben de biliyoruz ki Hasip, Bisikletçi Kemal’e âşık. Bir ömür böyle geçmez. Onu bu dertten kurtarmamız gerek.”
Plan basitti. Emin Amca, Hasip Abi’nin bir haftalık tatar böreğine yetecek kadar para yapacaktı. Paralar Hasip’e verilecek, dükkânı bir hafta kapatması sağlanacaktı.
“Bu arada onu işleyeceğiz. Gitsin açılsın. Yaşarken ölmesin böyle.”
Bu durumun zincirleme sonuçları olacaktı.
“Hasip mutluluktan işi gücü boşlayacak nasılsa. Öyle olunca, sonradan ödemek üzere devralırız dükkânı. Ben mutfağa geçerim. Bizim torunun işi, mesleği yok. Okumadı da. O kasada durur, günlük alışverişi yapar. Biraz para biriktirince, hemen ayrı eve taşınırım; Karşıyaka’da bir daire tutarım, saç ektiririm, gözlerimi çizdirmek için Rusya’ya giderim –o tarihlerde bir tevatür olarak Moskova’da yapılıyordu miyop ameliyatları– sonra bizim hanım dellenir iyice, gelir mekânı basar, masaları devirir, polis basar, devrimciler onları mahalleden kovalar, derken askeriye cemse cemse[3] gelir, belki Binbaşı Fethi Gürcan süvari haliyle ha dıgıdık dıgıdık…”
Emin Amca ile karşılıklı bakıştık. Durumun vahametinin farkındaydık. Ama ben ne yapacağımızı bilmiyordum. Emin Amca sakin ol der gibi göz kırptı bana, lafa girdi:
“Peki muhterem, anladım. Şimdi bu iş için gerekli malzeme falan var; biz oğlanla Kestaneyokuşu’na gidip tedarik edelim. Sen de eve git dinlen.”
Dedem kahveden ayrılırken hâlâ konuşuyordu.
“Bu iş çok mühim, Emin Efendi. En ince işini çıkartmalısın. Muhtıraya kadar gider bu…”
Ağlamaklı olmuştum.
“O artık bu dünyadan gidiyor. Buna alışmalısın,” dedi Emin Amca. “Ölüm yaklaştıkça çocuklaşırız. Bu böyle… Şimdi sen eve git. Ona iyi bakın. Ne istiyorsa yapın.”
Eve vardığımda dedem, babaannemin dizlerine yatmış uyuyordu. Beni görünce eliyle “sus” işareti yaptı. Ayak parmaklarımın ucunda salondan geçtim.
Haftasına da gitti bizden.
[1] Bakliyat harici tarım ürünlerinin ticaretini yapan kişi.
[2] Kötü aletler kullanılarak iyi hedefe varılmaz.
[3] Araçlar dolusu.